Bir Yolculuktur Aşk. Betül Ak Örnek

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Bir Yolculuktur Aşk - Betül Ak Örnek страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
Bir Yolculuktur Aşk - Betül Ak Örnek

Скачать книгу

style="font-size:15px;">      Her gün uyanıp evine ekmek götürmek için işe gidenler, ihtiyacı olanlara yardıma koşanlar, adalet için savaşanlar, denizin mavisi, açan laleler, parklarda oynayan çocuklar, aşklar, bir yüreğe dokunan öğretmen, dertlere derman olmaya vesile verilen çabalar, sabah fırından çıkan sıcak ekmeğin kokusu, sonunda istediğine kavuşmuş mutlu gönüller… Hepsi güzel bir rüya gibi… O zaman uyumanın neresi güzel?

      Kâbus da görsek güzellik de görsek uyandığımıza şükretmeliyiz dostlar çünkü uyanmak fırsattır. Uyumak, bilincimizin kapalı olduğu, dinlenmeye çekildiğimiz ve ruhumuzun kontrol edilemeyen yerlere gittiği bir andır, tıpkı ölüm gibi…

      Eğer uyandıysan şükret çünkü o kâbusu sana gösterenin elbette yaşatmaya da gücü yeter.

      Eğer uyandıysan şükret çünkü o güzelliği sana gösteren elbette yaşamana imkân sağlar.

      Rüya ve hayat birbirine çok benzer. İkisi de sahte güzellikler sunar, ikisi de geçicidir, ikisinde de ya kopmak istemezsin ya da bir an önce gitmek istersin.

      Bu dünya rüya içinde rüya… Uyanmak, ancak zaman sınırı olmayan bir yere olmalı. Sonsuzluk gibi… O zaman ölenler uyandı. Hâlâ uyuyan bizleriz.

      Ölüp uyanmadan önce uyan ey dost! Bu dünyayı bir rüya olduğunu bilerek yaşa ki kötülüğüne de güzelliğine de kapılma. Yolculuğun hep bir gün gerçekten uyanacağını bilerek geçsin.

      Üstünlük

      Hem gidiyor hem de Yaradan’ın “Oku,” diye emredip açık bıraktığı kâinat kitabını okumaya çalışıyorum. Ağaçlıklı bir sokakta yürüyoruz. Ben önde, Kısmet arkada. O hep arkada kalır, turuncu kuyruğunu yere sürte sürte salınırdı. Biraz havalıydı bizim Kısmet ama iyi kediydi. “Benimle gelir misin?” dediğimde keyfinin kaçacağını bilirdi. Öyle ya, artık mahalledeki diğer kedilere hava atamayacak, pencerenin kenarında saatlerce tembel tembel pinekleyemeyecekti ve annemin lezzetli yemeklerine bir süre hasret kalacak, sokak kedisi gibi peşimde gezecekti. Yine de kabul ediyor, yola çıkıyoruz ve şimdi çocukluğumdaki sokağa benzer bir sokakta ben önde, o arkada yürüyoruz.

      Sağda solda sıralı müstakil evler var, aralarında uzun uzun kavak ağaçları… Kiminin bahçesinde rengârenk açmış çiçekler, bazısında ise meyve vermiş ağaçlar var. Sokakta bisiklete biniyor birkaç çocuk, biz yanlarından geçerken Kısmet’in alımlı yürüyüşüne çeviriyorlar bakışlarını. Aniden ufak bir kız çocuğu dengesini kaybederek yalpalıyor ve ufak bisikletinden düşüp toprak zemine yuvarlanıyor. Dizi soyulmuş, ince ince kanıyor, belli ki canı acımış. Düştüğü yerde öylece kalakalıp sessizce ağlamaya başlıyor. Diğer çocuklar onu pek umursamayıp bisikletlerini sürmeye devam ediyor, gözden kayboluyorlar.

      Kısmet’le ona doğru yaklaşıyoruz, öyle ya, sevimli kedimin mutlu edemeyeceği çocuk yok! Nitekim o turuncu tüyleriyle kız çocuğunun etrafında dolanıp patisini dizine değdiriyor ve mırıldayarak sevdiriyor kendini. Ufak kız Kısmet’i severken ben de onun kestane rengi dalgalı saçlarını seviyorum.

      “Haydi gel, mikrop kapmasın dizin, temizleyelim,” diyerek karşımızdaki çeşmeyi gösteriyorum.

      “Tamam abla,” diyor, mahcup. Koca gözleri ışıldıyor, sanki az önce ağlayan çocuk birden etraftan kayboluyor.

      Ben de uzaklara dalıp çocuk olmanın en güzel tarafının bu olduğunu hatırlıyorum; unutuvermek. Mutluluğu acıya değişirken bunu hızlıca hiç düşünmeden yapabilmek.

      Minik kızın dizini yıkarken Kısmet’e su sıçratıyoruz. Bu durumdan pek hoşnut kalmıyor tabii, biz de gülüşüyoruz memnuniyetsiz hırlamalarına. Ufak kız bu kadar içten gülerken koca kahverengi gözlerine bakıyorum; kalem gibi çizilmiş kara kaşlarının altında nasıl umut dolu ışıldadıklarından muhtemelen haberi yok. Kan kırmızı dolgun dudakları bembeyaz tenine hediye edilmiş bir gül demeti gibi kondurulmuş yüzüne. Öyle muazzam bir manzara ki bu izlediğim, baktıkça bakmaktan alamıyor insan kendini.

      Minik kıza bakarken onun bana hissettirdiği eski, lakin tanıdık hâli, ona duyduğum sıcaklık, tanıyor gibi hissetmem onda kendi çocukluğumu hatırlamamdandı.

      Babam kirli yüzümden akan yaşların bıraktığı izleri silerken kızgınlıkla dert yanardım.

      “Baba beni oyunlarına almıyorlar! ‘Sen küçüksün, anlamazsın,’ diye oynatmıyorlar! Onlara yetişeceğim diye sürekli düşüyorum, keşke beni daha önce doğursaydınız, ben de büyük olsaydım!”

      Bunları söylerken her zamanki gibi ağlıyordum, sonra babam gidip beni oyuna almayan çocuklarla konuşuyordu. Bana kötü davrananları azarlayarak, “Bir daha yapmayacaksınız,” diyordu. Ben de diğer çocukların korkusu geçene kadar güvenle gidip oynuyordum, sonra dizlerimdeki yaralar daha iyileşmeden bir diğeri açılıyordu çünkü onlar bir iki gün sonra eski tavırlarını tekrar takınınca peşlerinden koşmaya başlıyordum. Düşüyordum. Kalkıyordum. Tekrar düşüyordum.

      Sokakta düşüp kalktıkça, daha büyük çocuklar beni itekleyip oyunlarına almadıkça üzülüp hırslanıyor; bir an önce büyümek istiyordum ki kimse beni küçük ve aciz göremesin.

      Yine oyuna katılmayıp kenara itildiğim bir gün ağlayarak eve koşmuştum. Salonda kitap okuyan babam görmesin diye de koşarak üst kattaki odama çıkıp pencerenin kenarındaki yerime yerleşmiştim. Dışarıda çocuklar ufacık kalbimi paramparça etmelerine hiç aldırmadan oyunlarını oynamaya devam ediyorlardı.

      Şimdi anlıyorum, o gün o küçük yaşta, yaşımdan büyük ruhumla ilk arayış sorumu sormuştum kendime: İnsanlar nasıl oluyor da bir başkasını üzüp mutlu olabiliyorlar?

      Babamın iki kez tıklattığı kapı gıcırdayarak açılmıştı. Zarif babam kapıyı çalıp izin istemeden odama girmezdi, o gün de böyle yaptıktan sonra gözleriyle izin alarak yanıma gelip pencerenin kenarındaki yerini aldı.

      “Sokaktan neden bu kadar çabuk döndün Elif’im?”

      Hiç unutmuyorum, babam üzülmesin diye, “Oynamaktan yoruldum da dinlenmek istedim,” dememi. Bir yandan da yalanımdan utanarak içimden, “Allah’ım özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim!” diye tekrarlamıştım birkaç kez.

      Babam anlamıştı tabii olanları ama benim o an bu konuyu konuşmak istemediğimi bildiğinden ve daha fazla üzülmemem için sesini çıkarmamış, inanmış gibi yapmıştı cevabıma. Pencere kenarına karşılıklı oturmuştuk. İkimiz de birbirimize rol yapıyor, ikimiz de hem hâlimizi anlıyor hem de yaralarımızı ortaya saçmıyorduk. Anlayışı bol nazik babam hem beni üzmemeye gayret ediyor hem de içimden geçenleri okuyordu. Sanki Yaradan, sorularıma cevap versin diye ihtiyacım olan zamanlarda babamı hızır gibi yetiştiriyordu.

      Nitekim o gün de tek tük ak düşmüş saçlarını düşünür gibi kaşıyıp başını duvara yaslamış, o sakinleştiren kadife sesiyle, sessizliği düğüne çeviren konuşmasına başlamıştı.

      “Ben çocukken çok çelimsizdim biliyor musun? Bacaklarım incecikti, pek iyi koşamaz, ağır işler yapamazdım. Hem de senin gibi sokağın ve ailenin en küçük çocuğu olduğumdan itilip kakılırdım. Sürekli,

Скачать книгу