KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ. H.RAHMİ GÜRPINAR

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ - H.RAHMİ GÜRPINAR страница 7

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ - H.RAHMİ GÜRPINAR

Скачать книгу

ve nefis buldu ki bir defa, beş defa, on defa okumakla doyamadı. Odanın kapısını kapatarak her gün birçok defa okuyor, her okuyuşunda başka bir zevk duyarak âdeta kendinden geçiyordu. Sadece, imlâ ve tamlamalarda birkaç yerde gösterdiği yanlışlıkla, düzeltilmesi gözünden kaçmış bir-iki dizgi yanlışına pek canı sıkılıyordu. Bu yanlışlarıyla bütün okurların gözünde cehaletine hükmedileceği korkusundan gelen büyük bir tasaya kapılıyor, ne yapacağını bilmiyor; o satırların içinden kazımakla, koparmakla bu kelimeleri yok etme imkânını bulamayınca tamamen kederleniyordu.

      Makalesini yayımlayan gazeteyi, kitapçı dükkânlarında çamaşır mandallarıyla iplere asılmış veya yerlere serilmiş gördükçe İstanbul’un bu yeni hürriyet havası içinde kendi manevî varlığından, düşünce gücünden tesir edici bir sebebin, bir kuvvetin dolaştığını hissederek gururlanıyor ve gelip geçenlere:

      “Şu gazeteyi alıp, Evrim makalesini okuyunuz. Bakınız nasıl bir ciddiyet, ne büyük bir inceleme, ne temiz bir ilerleme isteğiyle yazılmıştır,” diye bağırmak istiyordu.

      Her rastladığı tanıdıktan bu yeni makalesi hakkında bir takdir cümlesi işitebilmek için onun bunun ağzına bakıyor, o gazetenin ismini söze katmak maksadıyla türlü konular, lafı asıl konuya getirecek sözler buluyordu; fakat ne yazık ki hiç aldıran yoktu. Yayın dünyasına öyle bir makale çıktığından haberi olan bir kişiye rastlamıyordu. Sonra “Nankörler!” diye okurlara, o makaleden habersiz kalan okurlara kızıyordu.

      İrfan, şöhret hırsıyla yanıyor, kavruluyordu. Kendini herkese tanıtmak istiyordu; fakat bu, elde edilmesi ne kadar zor bir işti. Acaba bu memleket, İrfan’daki zekâ cevherini takdir edebilecek bir anlayış seviyesine kadar hiçbir zaman yükselemeyecek miydi? Böyle ümitsizce düşünüyor, sonra çevresine karşı derin bir tiksinmeye kapılarak her şeyi, her şeyi insafsızca tenkide girişiyor, milli örf ve âdetlerimizden hiçbirini beğenmiyor; hepsini değiştirmek gerektiğine inanıyordu.

      İrfan, gençliğin hayallerindeki evlenme konusunda bile yürek sızlatıcı bir ümitsizlik, bir acılık, bir yüksünme içinde kalıyordu. Hayır! O, bu memlekette evlenmeyecekti. İşte ağabeysi Ragıp evlenmişti! Uyulması gerekli bir âdeti yerine getirmek için evlenmişti. Birkaç ay geçtikten sonra geçimsizlikler, dırıltılar baş göstermişti; çünkü karı koca arasında hisçe, zevkçe, terbiyece bir uygunluk yoktu. Hele birbiri ardına iki çocuk doğurduktan sonra kadına bir çapulculuk, bir gevşeklik, bir yıpranma gelmiş; Ragıp’ın zevk ve iştah dolu bakışları evin dışında dolaşmaya başlamıştı. Karı koca bağlılığının bozulmasının ilk dönemlerinde, bu gece kayboluşlarına birer sebep bulabilmek için epey yorulmuş; fakat sonraları buna da gerek görmeyerek gemi, tamamen azıya almış; karı koca, birbirlerinin başına âdeta birer belâ olup kalmıştı.

      Bu etkili örnek, bu ümit kırıcı örnek, insanın gözünün önünde durup dururken o nasıl evlenebilecekti? İrfan, kendine eş olarak el ele vereceği, gençliğin aşk dolu hayallerinde, altın yaldızlı ufuklarında ortak bir yükselme zevkiyle uçacağı bir melek arıyordu.

      Onu nerede bulacaktı? Nerede? Hayalinin ürünü olan bu benzersiz varlığı, bu hayal perisini İstanbul’da değil, en medenî memleketlerin gelişme ve terbiye çevrelerinde bile düşünemiyordu. İstanbul’da kimi alacaktı? Gezinmek için mezarlıkların çimenleri üzerine çömelerek gelip geçenlere, bezden paça bağlarını göstere göstere simit, akide şekeri, peynir, portakal yiyen hanım kızlar mı?

      Hem böyle bir memlekette evlenmekten amaç ne olacaktı? Bu yosunlu damların altındaki kasvetli hayatın içinde yaşamak, bu kirli sokakların bozuk kaldırımları üzerinde sürünmek veya evlât yetiştirmek için mi? Doğacak evlâdını, hayatın nimetlerine ulaştırmak için ona, zamanın ilerlemesine uygun bir okul hazırlamayı bile düşünmeyen bir milletin kahır ve sefalet içindeki nüfusunu artırmaya yardım etmek, insanlığın iyiliğini istemek midir?

      İrfan, böyle kederli kederli düşündükten sonra siyah bir peçenin yarı koyuluğu altındaki fevkalâde güzelliği, bir çeşit ruh çarpıntısıyla hissedilen genç bir kadına sokakta bazen rastlıyordu. Onun narin iskarpinlerle attığı gönül okşayıcı adımlarda, çarşaf altından omuzlarının yuvarlaklığında, göğsünün kabarıklığında, vücudun üst kısmını ayıran bel çizgisindeki kıvrıntılarda; çarşafın, an kloş33 açıla açıla dökülüşünde öyle asalet dolu güzellikler, sanatlı incelikler, çekici ve yaraştırılmış ustalıklar keşfediyordu ki kadınlarımız hakkındaki kötü görüşlerini ve düşüncelerini unutarak, içyüzünü kestiremediği bir dalgınlıkla bu rastlanmış Venüs’ün çekici güzelliğine tutulup, onun endamındaki dalgalanışlardan gelen güzel kokulu havayı içine çekiyor ve kendi kendine: “İşte bu, mezarlıklara çömelip kâğıt helvası yiyen takımından değil. Bunun en ufak hareketinde bile bin asil incelik var. Allah bağışlasın… Acaba kimin?” diyordu.

      Bir böylesi bulunsa İrfan’a hayat arkadaşı, gönül yoldaşı olamaz mı? Şimdi bu yolda yeni yeni ümitlere, fikirlere kapılarak öncekinden büyük bir dalgınlıkla takibe devam ediyordu. Bu güzel hanım, koyu renk güderi eldivenlere hapsedilmiş, bileğini dışa gelecek şekilde çevirip, çarşafını arkadan kendine özgü bir tavırla kavradığı zaman ilik, düğmenin pek örtemediği açıklıktan görünen avuç çukurundaki beyazlık, göze de âdeta dokunmasıyla anlaşılacak taze bir nemlilik hissi veriyordu.

      Yaratılışın bir güzellik mucizesi olan bu el, İrfan’a yardım etmek için aşkla uzansa, onu bütün o ümitsiz, gamlı, karanlık fikirlerden kurtararak insanlığın üstünde, yüce bir mutluluk cennetine ulaştırabilirdi. Böyle büyük bir mucizeye gücü yetecek eli, taparcasına diz çökerek öpmek için gidiyor, gidiyor, gidiyordu.

      Bu gerçek, gözünün önünden kaybolduktan sonra kendini günlerce oyalayacak bir hayal şekline bürünüyor; ona gizli gizli, haftalarca en ateşli öpüşlerini hediye ederek yalvarıyor, tapınıyor; fakat gitgide bu hayal, onun tapınan bakışında eski parlaklığını ve gücünü kaybediyor; yavaş yavaş siliniyor, sonra birdenbire bir yenisi parlıyordu.

      İrfan, böyle şık ve güzel bir kadına rastladığı zaman bazen maddiliğe tapan bir insan olmaya çalışarak kendi akrabasından süslenip çıkan genç kadınları gözünün önüne getiriyor; bunların dışları kadar içyüzlerini de bildiği için o ipekli çarşafların, o dantelli korselerin altında ne kadar hırçın kalplerin gizlendiğini ve o bir günlük süsün, düzenin, evlerde aylarca süren ihmallere, ilgisizliklere, düzensizliklere çare olamayacağını ve duygu, terbiye, görenek ve yaşayış bakımından var olan birçok eksikliği affettiremeyeceğini düşünüyordu.

      İrfan’ın böyle mutlu şekildeki rastlantılarından sonra uğradığı sevdalardan, çektiği üzüntülerden, azaplardan, bütün bu sinirlere ait hayal ürünü zevklerden, işkencelerden kimsenin haberi yoktu. Hep kendi kendine gelin güvey oluyordu. Yirmi iki yaşına kadar itiraf edilmemiş sevdalar, karşılık görmeyen ahlar, inlemeler, ağlamalar, açık bir gerçeğe yönelmeyen tapınışlarla yorulmuş; delice denecek hayaller arkasından koşmuştu. Aşk konusunda pek utangaç ve cesaretsizdi. Daima, böyle hayallere âşık oluyor; bir gerçek önünde sevgisini itiraf edeceği gün, iyi karşılanmayacağı hakkında düştüğü garip bir zan, kendisini öldürüyor; her türlü cesaretini kırıyordu. Kendileri için bu kadar gizli yaşlar döktüğü halde henüz güzel bir kadının azıcık iltifatına kavuşamamış olması, üzüntüsünü artırıyordu. Bu işte şansını

Скачать книгу


<p>33</p>

An cloche (Fr.): Çan etek