CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA - Celil Oker страница 17
Taksi durağından dışarı fırlamış üç kişi gördüm önce. Sonra Zeytinoğlu Caddesi’nin yukarısına, Akmerkez’e doğru yönelmiş bir otomobilin stop lambalarını.
Hayır, kendini zor taşıyan bir Kartal’ın kıçı değildi gördüğüm, anladığım kadarıyla siyah bir Mercedes de. Aklıma başka otomobil gelmedi bu aralar tanıştığım.
Ayağa kalktım. Üstümü başımı yokladım. Heyecandan fark etmediğim bir delik yok gibiydi vücudumda. Ceplerimi yokladım yere bir şey ektim mi diye. Her şey tamamdı. Düştüğüm yere doğru bir iki adım atıp şapkayı aradım çimenlerin üstünde. Buldum.
Mutlaka haklı mı çıkmalısın Yıldız Turanlı, dedim kendi kendime. Mutlaka haklı mı çıkmalısın? Üst üste haklı mı çıkmalısın?
Nurullah Sert’in tabancası yanımda olsaydı ne yapardım, diye sordum kendi kendime sonra.
Taksi durağından çıkan adamlar yaklaştılar. Yüzlerinde her gün böyle şeylerle karşılaşıyorlarmış gibi bir sükûnet vardı.
“Geçmiş olsun arkadaş,” dedi en öndeki bıyıklı. “Bir şey yok değil mi?”
“Yok galiba,” dedim montumun eteklerini çekiştirirken. Şapkamı biraz önüme eğdim.
“Dört tane sıktı şerefsizler!” dedi arkadaki kısa boylu.
“Verilmiş sadakan varmış,” dedi bıyıklı. Yere doğru bakıyordu bir şeyler arıyor gibi.
Önünde olduğumuz apartmanın sokağa bakan pencerelerinden birkaçı aydınlanmıştı. Gecelikli kadınlar, atletli adamlar sarkıyordu dışarı. Lüküstrümlerin arasından bir aralık bulup, kaldırım tarafına geçtim.
“Ne oldu yahu, vurulan var mı?” diye bağırdı pencereden biri.
“Yok, yok!” diye bağırdı apartmana doğru bıyıklı. “Havaya sıktılar arabadan.”
Bana bir göz kırptı bunu söyledikten sonra. O alacakaranlığın içinde gördüm.
Biri dışında pencereler kapandı.
“Polisi aradınız mı?” diye bağırdı ilgisini hâlâ koruyan o penceredeki adam.
“Yok canım, ne gerek var polisi molisi aramaya,” diye cevap verdi pencereye bıyıklı şoför. “Ne yapacak polis gelip?” Bir yandan da onayımı almak ister gibi gözümün içine bakıyordu.
Sessizliğimle onay verdim. Kafam yere doğru duruyordu.
Kısa boylu olanı taksi kulübesine doğru geri döner gibi yaptı. Durdu sonra. Arkadaşına doğru konuştu.
“Hıyarağaları da pek nişancı değilmiş Allah’tan,” dedi.
Bıyıklı bana yöneltti ilgisini sonunda.
“Bir durum yok değil mi arkadaş?” dedi. “Bulaşık bir durum?”
“Ne bulaşık durumu olacak,” dedim. Ben de yere doğru bakıyordum konuşurken. “Şurada bir arkadaşa uğramıştım.”
“Sen ufaktan yollan istersen,” dedi bıyıklı. “Bakarsın şimdi apartman akıllılarından biri arar marar polisi, işin yoksa dert anlat iki saat.”
Otomobilden ateş edenlerin geri gelme ihtimalini düşünüp düşünmediğini sormadım artık. Ufaktan yollanmak benim de işime geliyordu. Çok işime geliyordu.
“Atayım seni istersen gideceğin yere,” dedi adam söylediklerinin üstüne sos olsun diye. “İçin ezildiyse gel bir çay may iç diyeceğim ama…”
“Gerek yok,” dedim. “Arabamı şu aşağıdaki sokağa bırakmıştım.”
“Tamam o zaman,” dedi bıyıklı. “Geçmiş olsun.”
Eliyle kısa boylu arkadaşına kulübeye doğru işaret etti. Kısa boylu arkadaşı başını iki yana doğru sallayarak yürüdü.
Yeniden ceplerimi yokladım yürümeye başladığımda. Anahtarlar, dörde katlanmış kâğıt duruyordu yerlerinde.
Mutlaka haklı mı çıkmalısın Yıldız Turanlı alçağı, dedim kendi kendime bir kere daha. Bıyıklı taksiciye işaret ettiğim sokağa doğru yürümeye başladım.
Hızlı hızlı, arkama bakmadan yürüdüm ara sokaktan eve doğru. Attığım her adımda biraz daha rahatladım. Yanından geçtiğim çöp konteynerinin içine bakmakta yarar yok, dedim içimden. Elli apartmanın elli çöp konteyneri vardı civarda, içinden kurşun geçmiş yastığı fırlatacak. Elli metre aşağıdaki başka bir elektrik direğinin dibinde durdum, sanki eve kadar beklersem geç kalacakmış gibi. Polis ekip arabası apartmanımın önünde beni bekliyormuş gibi. Cebimdeki katlanmış kâğıdı çıkardım. Güçlü floresan lambasının ışığında hızla göz attım eve gitmeyi beklemeden.
Süleyman Çiçek adlı, erkek, altmış üç yaşındaki bir hastaya uygulanmış uzun bir kan ve idrar testinin raporuydu bu. Pilotluk günlerimdeki mecburi check-up’larda görmeye alıştığım ayrıntıdaydı neredeyse. Uygulanan testler kolonu ikinci sayfanın sonuna kadar uzanıyordu. Tanıdığım tanımadığım bir dolu tıbbi laf aşağıya doğru sıralanmıştı. Sonuç kolonunda yazan değerlerin yalnızca üç tanesi koyu yazılmıştı. Sonuçların sağında verilen referans değerbirim rakamlarına bakmadım bile. Kâğıdı yeniden dörde katlayıp cebime koydum.
Apartmana giden yolda beni bekleyen yoktu. Merdivenleri kulaklarımda patlama sesleriyle tırmandım. Üstünden zaman geçince yeniden yaşamaya başlıyordu insan böyle boktan şeyleri. Kişiliksiz bir banyonun zemininde, Münir Özkul’a benzeyen kabak kafalı bir adam yatıyordu, gözlerinde neye uğradığını anlamamış bakışlarla. Heykel gibi. Kıpırtısız. İnsanın tepesinden kurşunlar geçiyordu. Geçiyordu bayağı. Değse değerdi.
Evde her şey olması gerektiği gibiydi. Boş bir ev yani. Allah kahretsin, boş bir ev. Son çıktığınızdan sonra bir tek kılın bile yerini değiştirmediği boş bir ev. Başınıza gelen trafik kazalarını mesela, hafif abartarak da olsa, anlatacağınız birisinin olmadığı boş bir ev. Girer girmez baktığım telesekreterde üç not olduğunu bildiren ışık yanıp sönüyordu. Dur bakalım, dedim içimden, biraz heyecanlandığımı fark edince. Sakin sakin dinleyelim. Üstümdekileri çıkardım. Tahlil kâğıdını zarfın, zarfı şapkanın içine koydum, şapkayı kullanılmayan misafir odasındaki yatağın üstüne attım. Maymuncuğumu alet kutusunun içine bıraktım.
Tuvalete gidip işedim. Biraz uzun.
Elimi yıkarken düşündüm. Biraz yorgun muydum? Banyonun kapısının önünde salak salak dikilmek, koluma bir demir yemek, biraz konuşmak ve tepemden geçen kurşunların altında eşine az rastlanır bir ukemi yapmaktan başka bir şey yapmamıştım ama azıcık yorgundum herhalde. Kolum ağrıyor muydu? Ağrıyordu biraz. Lavabonun yanındaki ilaç dolabını