CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET - Celil Oker страница 3
“Ay… İstanbul’dan geldiniz. Dün çıkardığım para yerine vardı demek,” diye beni içeri aldı. “Kusura bakmayın, tanıyamadım sesinizi.”
Girdiğimiz bekleme odası, ikinci sınıf dişçi muayenehanesi bekleme odalarından farklı değildi. Duvardaki dört ayrı kumaş markasının dört ayrı takvimi, dört ayrı ayı gösteriyordu. Metal masanın yanındaki metal dolabın kapağına, adını bilmediğim bir şarkıcının afişi yapıştırılmıştı. Masanın yanında açıkta duran sandalyede blucinli ama ceketli biri çay içiyordu. Selam filan vermeden bana baktı.
Girdiğim kapının karşısındaki kapı açıldı. İçeri giren adam hızla bana ilerledi, şaşırtıcı bir çabuklukla elimi sıkıp yanaklarımdan öptü.
“Hoş geldin Remzi gardaş, hoş geldin…”
Çayını içen adam ayağa kalktı, önünü ilikler gibi bir hareket yaptı. Mini etekli kız masanın arkasına geçti.
“Hoş bulduk,” dedim. Sarıoğulları’ndan Yusuf Sarı’nın atalarında sarışın biri varsa da, o genler kuşaklar boyu silinip gitmiş; esmer, tıknaz, büyükçe yüzlü, kilolu ve yüzüne yakışmayan bir gülümsemeye sahip Yusuf Sarı’ya dönüşmüştü. Bıyığı olmayışına hayret ettim.
“Gel gardaş,” dedi, kolumdan tutup girdiği kapıya sürükledi beni.
Yusuf Sarı sekreterinin çalışma mekânından esirgediği paranın belki yüz katını kendi odasına dökmüştü anlaşılan. Girdiğimiz odanın görünen her santimetrekaresi lambri kaplamaydı. Pencerenin yanına sayamayacağımız kıvrımlarıyla kocaman bir çalışma masası konmuştu. Dekoru, benim kadar uzun boylu olmayan birinin bile otururken ayaklarını yerden kesecek büyüklükte deri kaplı koltuklar tamamlıyordu.
Büyük bir alçakgönüllülükle masasına geçmeyip benim yanıma oturdu. İçten içe beni tartıyorduysa da hiç belli etmiyordu. Bıraktım dilediği kadar tartsın.
“Hoş geldin,” dedi yeniden. “Ne içersin?”
Havaalanında içtiğim kahvenin üstüne uçakta verdiklerini de katarak suyla yetinmeye karar verdim. Aslında karnım açtı ama şimdi sırası değildi.
“Bulacan mı İbo’yu?” diye doğrudan girdi lafa. Cevabımı beklerken telefonla içerideki kıza benim için soğuk bir su söyledi.
“Sence nerde olabilir?” dedim.
“Bilmem Allah’ına gurban,” dedi. “Bildiğim öyle gideceği çok yer de yok.”
“Dersleri iyi mi?”
“Valla… iyi takip ederim derslerini desem yalan olur. Ama bildiğim bir sıkıntısı yoktu derslerden.”
“Kız dalgası olmadığına emin misin?”
“Bak ondan eminim.”
“Kız dalgasını pek söylemezler,” dedim.
“Orasını bilmem,” dedi. “Kız dalgasıysa, sen bul önce İbo’yu, sonra alıveririz kızı.”
Verdiği sigaradan yaktım. Ayağa kalktım, pencereden dışarı baktım. Masasının üzerindeki fiyakalı yazı takımından bir sayfa kâğıt kopardım. Takımın dolmakalemini es geçip yanında duran tükenmezi aldım.
“Şu evin adresini ver bakalım.”
Evin adresini yazdım. Rumelihisarı’ndaydı. Yazarken ezberledim.
“Telefonu var mı?”
Telefonu yazdım. Onu da ezberledim.
“Cep telefonu?”
“Yok. Yılbaşında alayım dediydim, istemedi. Ben de sevmem meretleri.”
“Bölümü, sınıfı?”
Cebinden çıkardığı katlanmış bir bilgisayar çıktısını bana uzattı. Ortalama notlarla dolu karne gibi bir şeydi. Yazdım.
Sıra fotoğrafa gelmişti. Fotoğraflar içcebinden çıktı. Dört taneydi. Büyütülmüş bir vesikalık… Yusuf amcasıyla gösterişli bir Mercedes’in yanında gururla dikilirken… Örtüsü kaymış bir yatakta yanında iki arkadaşıyla… Arkadaşlar erkek. Sonuncu fotoğraf diğerlerine benzemiyordu. Şipşak hatıra fotoğraflarından farklı, ışığı, kompozisyonu düşünülmüş bir portreydi bu. Pencereden gelen güneşin yarı aydınlattığı suratında bir Yılmaz Güney ifadesiyle fotoğrafın dışına bakıyordu.
“Oğlan fotoğrafçıdır,” dedi Yusuf Sarı. “Boğaziçi’ne girdiğinde kıyak bir makine istedi benden, aldım. Okulda uğraşıyordu bildiğim kadarıyla. O yüzden kendi fotoğrafı yoktur pek. Hep başkaları…”
Fotoğraftaki, İbrahim Sarı amcasının incesiydi. Daha rafine, daha şehirli. Trende yanınızda otursa ikram ettiği köfteyi yiyeceğiniz biri.
“İstanbul’da gideceği birileri var mı?” diye sordum.
Sekreter kız kapıyı vurmadan elinde bardakla içeri girdi. Bardağı alırken aralanan kapıdan gördüğüm içerideki ceketlinin tam olarak nereye dikkatle baktığına karar veremedim. Kızın bacaklarına mı, bana mı?
“Bildiklerime sordum. Ortağım Orhan Yılmaz var İstanbul’da. İbo harçlığını filan ondan alır gerektiğinde. Onda haber yok. Eve telefon ettim. Birlikte kaldığı İsmet var. İsmet Sağlam. O da aynı bölümde okuyor sanırsam. Onun da haberi yokmuş epeydir. Öyle söyledi. Başkasını bilmem.”
Elindeki sigaranın ateşinden bir yenisini yaktı.
“Remzi gardaş,” dedi endişe katsayısı artırılmış bir ifadeyle. “Oğlanın başına şurda burda bir iş gelse, ölse kalsa haber gelirdi değil mi?”
“Allah korusun,” dedim. “Bir hafta uzun süre. Üstünde kimliği varsa bulurlardı seni, yoktur bir şey.”
“Bana da öyle geliyor. Ama insanın aklına takılıyor işte. Oğlan kıymetli. İnan yiyip içtiğim nereye gidiyor haberim yok günlerdir.”
Dünden beri aklımda dolanan soruyu sormanın zamanı gelmişti sanki. Birisinin aktardığı duyguyla davranışları tutarlı olmadı mı soru sormalıydınız.
“Bak bilader,” dedim yüzümü onunkine yaklaştırarak. “Oğlan kıymetli, anladık. Aklına kalkıp İstanbul’da aramak gelmedi mi? Ben olsam öyle yapardım. Memleketteki babaların, amcaların çoğu da öyle yapardı. Sen yemeden içmeden kesiliyorsun burda, sonra uzaktan kumanda bana telefon ediyorsun oğlanı bulmak için. İşin doğrusunu merak ettim.”
Ayağa kalkıp sigarasını masasındaki kristal kül tablasında söndürdü. Bana döndü.
“Haklısın gardaş,” dedi. “Kalk yemeğe gidelim. Orda anlatırım.”