CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET. Celil Oker
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ÇIPLAK CESET - Celil Oker страница 4
“Bunun babası…” diye lafa başladı birden. “Hafif kafadan çatlaktı. Ne bok yiyeceği belli olmayan adamlardandı. En kötüsü, aklına estikçe çekip giderdi. İstanbul, İzmir, Diyarbakır, Bursa. Kiminde tanıdıklar haber verirdi, gidip alırdım, kiminde polis. Parası biter, sağda solda sürünür, gelmezdi. Çok topladım rehin kaldığı, dayak yediği otellerden…”
Bir başladı mı kendiliğinden devam eden insanların sözünü kesmeyecek kadar çok adam dinlemiştim. Göz göze bile gelmeye çalışmadım. Bir yudum daha rakı aldı.
“Bir seferinde Kayseri’de buldum bunu. Altına çektiğim arabayı satmış, parayı kerhanede, meyhanede yemiş. Kalenin içindeki kenefin yanında, karpuz kabuklarının arasında yatarken bulum. Dayanamadım, eşek sudan gelinceye kadar dövdüm. Esnaf zor aldı elimden. Döndüğümüzde manyaklığına bir de konuşmamak eklendi. Bir süre arıza çıkarmadı başka. Dayak işe yaradı dedim. Bir gün…”
Adanalarımız ve koca bir tabak ezme geldi. Yusuf Sarı fırsattan yararlandı. Gözlerimin içine baktı konuşmaya başladığından beri ilk kez.
“Allah’ına kitabına yemin et aramızda kalacak anlattıklarım.”
Suratıma ciddi bir ifade verip başımı salladım. Yetindi.
“İbo dört yaşında falandı. Bu karısına… arkadan sulanmış bir gece. Belki de başka şeyler yapmış. Yayladaydık. Alt katta bir gümbürtü koptu. Koştum. Manzarayı anlatmaya hicap ederim. İkisi de çıplak. Allah’tan duyan yok. Koştum tabancamı aldım. Ağzına dayadım. ‘Vururum lan Allah’ıma!’ dedim. ‘Siktir git evimden barkımdan, katil edeceksin beni.’ Tırstı bu. Sesi soluğu kesildi. Sızdı köşeye. Gittim yattım. Ama zangır zangır titriyorum.”
Tarsus’un öğle sıcağında, alnında beliren terlerle, geçmişin intikamını rakı, kebap ve ezmeden ala ala anlatıyordu. Bir daha bakmamıştı gözlerimin içine. Bakmasa da olurdu.
“Sabah karısının feryatlarıyla uyandım. Bu kendisini tavanın tahtasına asmış, sallanıyor salıncakta gibi. Gitti gider. Muhtar, jandarma… Bereket manyaklığını herkes bilir. Tutanak mutanak, iş büyümeden kapandı. O günden beri yayla evine hiç gitmedim. Karısı da şehre hiç inmedi.”
Başladığından beri ilk kez lafa karıştım.
“Sen baktın İbo’ya?”
“İlkokula başlayınca aldım yanıma. Akıllı çocuktu. Anasından hayır yoktu zati. O da yarım akıllı olup çıktı o günden sonra. Oğlan iyi okudu. Boğaziçi’ni kazandı. Ben de zaten evli değilim. Oğlum olsa anca böyle bakardım.”
Konuşmayı bırakıp sigaraya sarıldı. Kilosundan beklenmeyecek bir duygusallığa bürünmüştü.
“Bu sefer İbo’dan ses çıkmayınca aklıma ilk babası geldi. Daha önce hiç olmamıştı ama bilinmez ki… Ulan oğlan babasına mı çekti dedim kendi kendime. Çıksın gelsin diye bekledim. Gelmedi. Sonra endişelendim. Endişelendikçe kendimden korktum…”
“Kendinden mi korktun?”
“Kendimden korktum. Kendimi tutamam, bir tokat mokat çakarım oğlana diye korktum. Çakarım da iş tümüyle zıvanadan çıkar diye… Bulan ben olmayayım istedim…”
“Anladım,” dedim. Anlamamıştım ama anladım dedim. Bazen her şeyi tam olarak anlayana kadar anlamış görünmek iyidir.
Yusuf Sarı konuyu değiştirmenin zamanının geldiğine karar verdi.
“Şimdi, Remzi gardaş, sen bu işi Hilaliahmer aşkına yapmadığına göre borcumuz ne olacak sana?”
Asgari ücretli biri için küçük bir servet sayılacak bir miktar söyledim. Önüne baktı, sesini çıkarmadı, yalnızca çatalıyla kalan ezmenin üzerine tarla sürer gibi izler çıkarıyordu. Acayip miktarlarda masraf olursa, sağa sola bir şeyler vermem gerekirse onu da ayrıca isteyeceğimi ekledim. Yine sesini çıkarmadı. Esaslı bir avans vermesi gerektiğini belirterek bitirdim.
“Tamam gardaş,” dedi. “Hadi şu kebabını bitir de dükkâna dönelim.”
Oynaştığı ezme tarlasından bir daha almadan kebabımı bitirdim.
Sarıoğulları Ticaret Kat 2’ye geldiğimizde “Yusuf Sarı’ya bağlıyorum fem”i küçük fındık lahmacunlardan oluşan öğle yemeğini yerken bulduk. Arkamızdan yürüyen Hasan, içeri girer girmez masanın yanındaki sandalyede yerini aldı. Yusuf Sarı kıza iki kahve söyledi, içeri geçtik.
Masanın çekmecesinden çıkardığı bir çeki doldurup imzaladı, bana uzattı. Söylediğim miktarın tamamını birden yazmıştı. Tarih yarının tarihiydi. Sesimi çıkarmadım artık.
“Bak Remzi gardaş,” dedi. Suratı ciddiydi. “Başım ağrırsa doktora giderim, dişim ağrırsa dişçiye. Ameliyat gerekiyorsa yatarım bıçağın altına, parasını helal ederim. Bu işin doktoru sensin. Paranı verdim, bul onu. Başına boktan bir şey gelmeden onu bul.”
Çeki cüzdanımın içine koydum. Ödediğine karşı ona bir şey vermem gerekiyordu.
“Bulduğumda ne söyleyeyim istersin ona?” dedim.
Önce sesini çıkarmadı. Yorumlamakta güçlük çektiğim bir gülümseme vardı yüzünde. Sonra parmağını masasının kenarına boydan boya sürterek ağır ağır konuştu. Hafif bir rakı duyarlılığı vardı sesinde.
“Eve dönerse, babasıyla ilgili o çok merak ettiği şeyi anlatacağım kendisine, öyle söyle,” dedi.
“Bunu ben de merak ettim,” dedim.
“Çok merak etme Remzi gardaş, çok merak etme,” diye karşılık verdi.
Kız kahvelerle içeri girince uygun bir cevap verme zahmetinden kurtuldum. Yusuf Sarı yazı takımının yanındaki bir kutudan iki kartvizit çıkarıp bana verdi.
“Bu İstanbul’daki ortağım Orhan Yılmaz’ın adresi falan. Esas işi başkadır. Ben onu arar söylerim, bir şey gerektiğinde ondan alırsın. Yardım gerekirse onu ara. Benim için her şeyi yapar. Ama aramızda kalması gerekenleri de öğrenmezse iyi olur… Bu da benim kartvizitim.”
Orhan Yılmaz’ın kartında kabartmalı harflerle “Yılmaz Productions” yazıyordu. Altında açıklaması: “Ses Stüdyosu. Kaset Yapımı.” Adres Sıraselviler’deydi. Her iki kartviziti de ayrıntılarıyla ezberledim.
Sonra aniden masanın altından bir paket çıkardı. Yan yana iki karton sigara büyüklüğünde bir paket. Sarı, kalın ambalaj kâğıdı, sicimle bağlanmıştı. Salam gibi.
“Bunu…” dedi. “Bir zahmet İstanbul’da Orhan’a ver. İbo’yla gönderecektim, sana kısmet…”
“Tamam,” dedim. Anlaşılan gitme zamanı gelmişti. “Telefonum sende var.”
“Cep telefonun yok mu?” dedi.
“Bizim