Beyaz Aslan. Хеннинг Манкелль
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Beyaz Aslan - Хеннинг Манкелль страница 18
“Verelim,” dedi Björk duraksamadan, sonra Martinson’a döndü. “Martinson, basın bültenini hazırlarken bana yardım et.”
“Bunu Svedberg yapsın,” dedi Martinson. “Ben yirmi beş bin İsveçli doktorla görüşeceğim için çok yoğunum. Ayrıca sağlık merkezleri ve kliniklerin acil servisleriyle de görüşmem gerek. Bu da bir hayli zamanımı alacak.”
“Tamam,” dedi Björk. “Varnämo’daki avukatla görüşeceğim. Arada çok önemli bir şey olmazsa, öğleden sonra toplanalım.”
Wallander arabasına doğru yürüdü. Skåne’de güzel bir gün başlamak üzereydi. Durup ciğerlerini temiz havayla doldurdu. Uzun bir kıştan sonra ilk kez baharın gelmek üzere olduğunu hissetti.
Yangın yerine gittiğinde kendisini iki sürpriz bekliyordu.
Polis teknisyenleri o sabah erkenden çok iyi bir çalışma yapmışlardı. Birkaç ay önce Ystad polis merkezinde çalışmaya başlayan Sven Nyberg karşıladı Wallander’i. Ystad’a Malmö polis teşkilatından gelmişti. Wallander onu pek fazla tanımıyordu ama çok başarılı ve yetenekli bir polis olduğunu duymuştu. Wallander onunla kolay iletişim kurulamadığına, zaman zaman kaba ve sert biri olduğuna birkaç kez tanık olmuştu.
“Bir iki şeye bakman gerek,” dedi Nyberg plastik bir torbanın içindeki metal parçalarını göstererek.
“Bomba mı?” diye sordu Wallander.
“Hayır,” diye yanıtladı Nyberg. “Bomba izine henüz rastlamadık. Ama bu da en az bomba kadar ilginç. Şu anda büyük bir telsiz cihazının parçalarını görüyorsun.”
Wallander şaşkınlıkla meslektaşına baktı.
“Alıcı ve verici,” dedi Nyberg. “Bunun türünü tam olarak söyleyemem ama telsiz meraklıları için çok iyi bir cihaz olduğu kesin. Bomboş bir evde böylesi bir şey bulmak garip, özellikle havaya uçurulan bir evde.”
Wallander başını evet dercesine salladı. “Haklısın,” dedi. “Bu konuda her şeyi öğrenmek istiyorum.”
Nyberg plastik torbanın içindeki metal parçalarından birini aldı.
“Bu da çok ilginç,” dedi. “Bunun ne olduğunu tahmin edebilir misin?”
“Tabanca!”
Nyberg evet dercesine başını salladı.
“Evet, tabanca,” dedi. “Ev havaya uçtuğunda içerde cephanelik dolusu patlayıcı ve silah varmış. Cephane deposu havaya uçunca tabancalar ya yangından ya da basınçlı sudan paramparça olmuş. Bunun alışılmışın dışında bir model olduğunu sanıyorum. Kabzası senin de gördüğün gibi uzun. Bu kesinlikle ne Luger ne de Beretta.”
“O zaman, ne?” diye sordu Wallander.
“Bir şey söylemek için henüz erken,” dedi Nyberg. “Ama kesin bir şey öğrenir öğrenmez seni arayacağım.”
Nyberg piposunu doldurup yaktıktan sonra, “Bu konuda ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Wallander başını salladı. “Daha önce kafam hiç bu denli karışmamıştı,” diye karşılık verdi dürüstçe. “Bir ipucu bulamıyorum. Kayıp bir kadını aradığımı biliyorum ve bu süreç içersinde de karşıma sürekli olarak garip şeyler çıkıp duruyor. Kesik bir parmak, telsiz vericisi, alışılmışın dışında silahlar. Kim bilir, belki de bu alışılmışın dışındaki nesneleri başlangıç noktası olarak kullanmalıyım! Bunca yıllık polislik yaşantımda hiç karşılaşmadığım bir şeyler var bu olayda.”
“Sabırlı ol,” dedi Nyberg. “Er ya da geç ipuçlarına ulaşacağımıza eminim.”
Nyberg işinin başına döndü. Wallander olanları yeniden gözden geçirerek bir süre orada oyalandı, sonunda vazgeçti. Arabasına binip merkezi aradı.
“Çok telefon geliyor mu?” diye sordu Ebba’ya.
“Başımızı kaşıyamıyoruz,” diye karşılık verdi. “Birkaç dakika önce Svedberg uğradı ve bazı telefonların ilginç ve mantıklı bilgiler verdiğini söyledi. Hepsi bu kadar.”
Wallander, Metodist kilisesinin telefon numarasını Ebba’ya verdikten sonra papazla görüşüp Louise Åkerblom’un şirketteki çalışma masasını bir kez daha incelemeye karar verdi. İlk araştırmasını gelişigüzel yaptığı için suçluluk duyuyordu.
Ystad’a geri döndü. Tureson’la buluşuncaya kadar bir hayli zamanı olduğundan arabayı meydandaki parka bırakıp elektronik eşya satan mağazalardan birine girdi. Fazla düşünmeden yeni bir müzik seti alıp parasını kredi kartıyla ödedi. Sonra da evine, Maria Caddesi’ne giderek cihazını kurdu. Cihazla birlikte aldığı Puccini’nin Turandot operasının CD’sini taktı, kanepeye uzanarak Baiba Liepa’yı düşünmeye çalıştı. Ne var ki Louise Åkerblom’un yüzü gözlerinin önünden gitmiyordu.
İrkilerek uyandı ve saatine baktı. On dakika önce kilisede olması gerektiğini fark edince de küfretti.
Papaz Tureson depo ve büro karışımı bir odada onu bekliyordu. Duvarları İncil alıntılarının işlendiği halılar süslüyordu. Pencerenin kenarındaysa bir kahve makinesi duruyordu.
“Geç kaldığım için özür dilerim,” dedi Wallander.
“Siz polislerin çok yoğun olduğunuzu biliyorum,” diye cevap verdi Tureson.
Wallander bir sandalyeye oturarak not defterini çıkardı. Tureson’un kahve teklifini geri çevirdi.
“Louise Åkerblom’un gerçekte nasıl bir insan olduğuna ilişkin bir resim oluşturmak istiyorum kafamda,” diye söze başladı. “Şimdiye kadar bulduklarım yalnızca tek bir şeyi gösteriyor, o da Louise Åkerblom’un kendisiyle barışık olduğu ve kocasıyla çocuklarını asla terk etmeyi düşünmeyeceği.”
“Bu hepimizin tanıdığı Louise Åkerblom,” dedi Tureson.
“Ama aynı zamanda bu, benim kuşkulanmama da neden oluyor.”
“Neden kuşkulanmanıza?” Tureson şaşırmıştı.
“Böylesine kusursuz bir insanın var olduğuna inanamıyorum,” diye açıkladı Wallander. “Herkesin kendine sakladığı bir sırrı vardır. Louise Åkerblom’un sırrı neydi peki? Güzel ve mutlu yaşamıyla başa çıkabilecek düzeyde olmadığından isteyerek ortadan kaybolduğuna inanmıyorum.”
“Kilisemizin her üyesinden aynı yanıtları alırsınız, Komiser,” dedi Tureson.
Daha sonra, Wallander o sırada ne olduğunu tam olarak anlayamadı ama Tureson’un yanıtında dikkat çeken bir şey hissetti. Sanki papaz, Louise Åkerblom’un asla sorgulanmayan imajını savunuyor gibiydi. Yoksa papazın savunduğu başka bir şey mi vardı?
Wallander yerinde doğrularak az öncekinden daha önemsiz bir soru sordu.
“Bana