Gülümseyen Adam. Хеннинг Манкелль
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Gülümseyen Adam - Хеннинг Манкелль страница 23
Berta Dunér’in söylediklerini gözden geçirdi. Gerçeği söylediğine eminim, diye düşündü, ama beni ilgilendiren bu gerçeğin arkasında yatan şey. Söyledikleri, Gustaf Torstensson’un o akşamki randevusunu kendisi dışında bilen tek kişinin Farnholm Şatosu’ndaki adam olduğu anlamına geliyor.
Olayları değerlendirmeye devam etti. Soruşturmanın görünümü sürekli değişiyordu. İleri derecede güvenlik sistemi olan kasvetli bir ev… Bodrumda saklanmış ikona koleksiyonu. Daha fazla ilerleyemeyeceğini hissettiğinde düşüncelerinin yönünü Sten Torstensson’a çevirdi. Olayın görünümü yine değişmiş ve daha girift hâle gelmişti. Kumsaldaki rüzgâra açık sığınağında Sten’in birden ortaya çıkışı, aynı anda çalan hüzünlü sis sirenleri ve sanat müzesindeki tenha kafe, bunların hepsi Wallander’e, inandırıcı olmayan bir operetin içeriği gibi görünüyordu. Ancak olay örgüsünde hayatın ciddiye alındığı anlar vardı. Sten babasının huzursuz ve üzgün olduğunu söylemişti ve Finlandiya’dan bilinmeyen birisi tarafından gönderilen ancak Sten tarafından düzenlenen kartpostal vardı; belli ki bir tehdit söz konusuydu ve Sten’in yanlış bir iz bırakması gerekiyordu. Elbette izin yanlış olduğunu, doğru olmadığını varsayarsak.
Hiçbir şey bizi bir sonraki aşamaya götürmüyor, diye düşündü, ama yine de bunlar kategorize edilebilecek durumlar. Oysa bazı gizemli olgular için ne yapılması gerektiğine karar vermek oldukça zor, Berta Dunér’i ziyaret ettiğinin bilinmesini istemeyen Asya kökenli kadın gibi ve iyi bir yalancı olsa da Ystad polisinden bir komiseri kandıramayan ya da en azından şüpheye düşüren Berta Dunér gibi.
Wallander ayağa kalkıp gerindi ve pencerenin önüne geçti. Saat altıydı ve karanlık basıyordu. Koridordan sesler geliyor, ayak sesleri yaklaşıp uzaklaşıyordu. Rydberg’in hayatının son demlerinde söylediği bir sözü hatırladı: “Emniyet binası aslında bir hapishane gibidir. Polisler ve suçlular birbirlerinin ayna görüntüsündeki hayatlarını yaşarlar. Hangisi mahkûm, hangisi özgür, karar vermek çok zordur.”
Wallander birden kendisini bitkin ve yalnız hissetti. Tek tesellisine sığındı: Riga’da Baiba Liepa ile hayali bir sohbetteydi, sanki Baiba karşısındaydı ve sanki odası Riga’da harabe görünümlü o gri binadaki, loş ışıklı ve kalın perdeleri sürekli çekili o dairedeki bir odaydı. Ama görüntü birbiriyle mücadele eden iki güreşçiden daha güçsüz olanın kuvvetten düşmesi gibi giderek bulanıklaştı. Bunun yerine Wallander kendisini bir elinde tabanca diğer elinde tüfekle, Skåne sisinin içinde, çamurlu elleri ve dizleri üzerinde sürünürken, sanki alışılmadık bir film yıldızının acınası bir kopyasıymış gibi hayal etti. Sonra aniden bu hayal de paramparça oldu ve gerçeklik çatlakların arasından sızarak kendisini dayattı, ölüm ve öldürme sihirbazın şapkasından çıkan tavşanlar gibi sevimli değildi. Wallander kendisini, bir adamın kafasından vurulmasına şahit olurken izledi, sonra o da ateş ediyordu ve o anda emin olduğu tek şey, tek umudunun ateş ettiği adamın ölmesi olduğunu anımsadı.
Yeterince gülmeyen bir adamım, diye düşündü. Orta yaşım, farkında olmadan beni çok tehlikeli, görünmez kayaların olduğu bir kıyıda mahsur bıraktı.
Bütün notlarını masada bırakıp çıktı. Santralde telefonla konuşan Ebba beklemesi için işaret etti ama Wallander el sallayarak acelesi olduğunu ima etti.
Arabasıyla eve gidip daha sonra tarif edemeyeceği bir yemek pişirdi. Pencere kenarında duran beş bitkiye su verdi, çamaşır makinesini etrafa saçılmış giysilerle doldurdu fakat deterjan kalmadığını fark etti, sonra kanepeye oturup ayak tırnaklarını kesti. Ara sıra sanki yalnız olmadığını görmek istercesine odaya göz gezdirdi. Saat onu biraz geçerken yatak odasına gitti ve neredeyse hemen uykuya daldı.
Dışarıda yağmur azalarak hafif çisentiye dönüşmüştü.
Kurt Wallander ertesi sabah uyandığında hava hâlâ karanlıktı. Işıklı saat hemen hemen beşi gösteriyordu. Tekrar uyumaya çalıştı ama başaramadı. Soğukta geçirdiği zamanlar onu hâlâ etkiliyordu. Her ne değiştiyse ve hâlâ aynı kalan her neyse, hayatımın geri kalanını “öncesi” ve “sonrası” olmak üzere iki zaman ölçeğinde geçireceğim, diye düşündü. Kurt Wallander bir varmış, bir yokmuş.
Saat beş buçukta yataktan kalktı. Kahve yapıp gazetenin gelmesini beklerken termometrede dışarıdaki sıcaklığın dört derece olduğunu gördü. Sebebini bulmaya ya da mücadele etmeye gücü yetmediği bir huzursuzluk hissinin etkisiyle dairesinden saat altıda çıktı. Farnholm Şatosu’nu ziyaret etmekten başka yapacak daha iyi bir işi olmadığını düşünerek arabasına bindi ve motoru çalıştırdı. Yolda bir yerde durup hem kahve alabilir hem de telefon ederek geldiğini haber verebilirdi. Arabasını Ystad’ın doğusuna doğru sürdü, on sekiz ay önce eski Wallander’in son savaşını verdiği, sağ tarafındaki askerî eğitim alanından geçerken bakışlarını kaçırdı. Orada sislerin içindeyken şiddetin hiçbir türünden çekinmeyen, soğukkanlılıkla adam öldürmekte tereddüt etmeyen insanlar olduğunu öğrenmişti. Orada dizleri çamura batmış bir hâlde kendi hayatı için can havliyle mücadele etmiş ve her nasılsa inanılmaz isabetli bir atış sayesinde bir adamı öldürmüştü. Bu geri dönüşü olmayan bir andı, hem yeniden doğum hem de bir cenaze töreniydi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.