Çöküş. Steve Taylor
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Çöküş - Steve Taylor страница 7
Tarihöncesi döneme ilişkin bir diğer varsayımımız da o zamanlar günlerin çok zor ve sıkıcı geçtiği, hayatın baştan sona güçlükler ve ıstırapla dolu olduğudur. Avcı-toplayıcıların hayatının bazı açılardan çok zorlu olduğu doğru; ömürlerinin kısa sürmesi, vahşi hayvanlar tarafından saldırıya uğrama tehlikesi, doğa şartları ve hastalıklar karşısında korunmasızlık gibi. Ancak diğer yandan, modern zamanlara kıyasla yaşamları oldukça basitti. Antropologlar avcı-toplayıcıların zamanlarını nasıl kullandıklarını sistemli bir şekilde incelediklerinde gördüler ki onlar yemek aramaya bütün vakitlerini değil, sadece haftada on iki ila yirmi saat arası bir vakit ayırıyorlardı; yani modern dünyadaki çalışma saatlerinin yarısı ila üçte biri! Tam da bu nedenle antropolog Marshall Sahlins, avcı-toplayıcılara “tarihteki ilk refah toplumu” yakıştırmasını yaptı. Aynı adı verdiği ünlü makalesinde toplayıcılar için “yemek arayışı o kadar başarılı geçiyordu ki insanlar zamanlarının yarısında ne yapacağını bilemiyordu”43 diye yazdı. Christopher Ryan ise Thomas Hobbes’un hayatı “çirkin, vahşi ve kısa” olarak tanımlamasına karşı çıkarak, “yaşam Buzul Çağı’nda (yani, MÖ 1.8 milyon ile 10.000 arasında), günümüzdeki ve Hobbes’un iddia ettiği türde yaşamların aksine- stresten uzak, sosyal, barışsever ve hayat doluydu,”44 dedi. Benzer bir şekilde, Robert Lawlor da hâlâ avcı-toplayıcı olarak yaşayan Avusturyalı Aborijinler’in günde sadece dört saat yemek aradığını ve günün geri kalan kısmında müzik ve sanatla ilgilendiklerini, hikâye anlattıklarını ya da aileleri ve arkadaşlarıyla vakit geçirdiklerini belirtiyor.45
Araştırmalar -kulağa garip gelse de- avcı-toplayıcıların beslenme alışkanlıklarının bizimkine kıyasla çok daha sağlıklı olduğunu da gösteriyor. Çok az yedikleri et dışında (günlük yiyecek tüketimlerinin sadece %10-20’si), aslında neredeyse günümüzdeki veganlar gibi besleniyorlardı. Süt ürünleri tüketmiyor; çoğunlukla meyve, sebze, kök ve kabuklu yemiş yiyorlardı. Üstelik hepsini çiğ tüketiyorlardı (günümüzdeki beslenme uzmanlarının en sağlıklı beslenme şekli olarak tavsiye ettiği gibi). Bu durum, keşfedilen avcı-toplayıcı iskeletlerinin, neden şaşırtıcı derecede büyük ve sağlam olduğunu ve neredeyse hiç hastalık ya da diş çürüğü belirtisi göstermediğini de kısmen açıklıyor. Antropolog Richard Rudgley şöyle yazıyor: “Yediklerinden ve iskeletlerinin durumundan, avcı-toplayıcıların genel olarak sağlıklı olduğunu biliyoruz.”46 Fizyolog Jared Diamond’ın çalışmaları, günümüzdeki Yunanistan ve Türkiye topraklarında yaşamış avcı-toplayıcı erkeklerin ortalama 1.77, kadınların ise ortalama 1.67 metre boya sahip olduğunu gösteriyor. Ancak tarıma geçilmesinin ardından bu rakamlar sırasıyla 1.59 ve 1.54’e düştü.47 ABD’deki Illinois Vadisi’nde yapılan arkeolojik kazılar ise insanların mısır ekmeye başlaması ve yerleşik hayata geçmesiyle birlikte bebek ölümlerinin arttığını, boylarının kısaldığını ve kötü beslenmeye dayalı birçok hastalığın ortaya çıktığını gösteriyor.48
Bunun bir diğer nedeni de avcı-toplayıcıların daha sonraki insanlara kıyasla hastalıklara daha dayanıklı olması. Aslına bakarsanız tarihte hastalığa en az yakalanan insanların, modern tıbbın geliştiği ve sağlık koşullarının düzeldiği 19. ve 20. yüzyıllara kadar onlar olduğu söylenebilir. Bugün yakalandığımız hastalıkların çoğu, hayvanları evcilleştirdiğimizde ve dolayısıyla onlarla daha yakın temasa geçtiğimizde ortaya çıktı. Hayvanlardan bize birçok hastalık geçti: domuz ve ördekten grip, attan soğuk algınlığı, inekten çiçek hastalığı ve köpekten kızamık. Süt ürünleri tüketmeye başladığımızda ise en azından otuz yeni hastalıkla daha tanıştık.49
Bu kitabın ana fikri açısından daha da ilginç olan, son birkaç bin yıldır insanlığı etkileyen sorunlara dair avcı-toplayıcılarda hiç iz olmaması. İlk insanlarla ilgili en yanlış varsayım, onların ağzı öfkeden köpüren ve ellerinde sopalarla ortalıkta dolaşıp sürekli birbirlerine saldıran vahşi yaratıklar oldukları efsanesi. Gerçek, bundan daha farklı olamaz diye düşünülüyordu.
Arkeolojik çalışmalar avcı-toplayıcılğın sürdüğü dönemde savaşa dair neredeyse hiçbir kanıta rastlamadı; yani, insan ırkının ortaya çıkmasından MÖ 8000’e kadar dönemde. Aslında, onbinlerce yıl boyunca yaşandığı kesin olan sadece iki olay tespit edildi. Nil Vadisi çevresindeki bazı alanlarda, MÖ 12.000’den itibaren yaşanmış şiddet olaylarına ilişkin bir takım belirtiler görülüyor. Örneğin Jebel Sahaba’da vahşi bir şekilde öldürülmüş elliden fazla insan cesediyle dolu toplu bir mezar bulundu. Avustralya’nın güneydoğusundaki bazı kazı alanlarında ise kabileler arası kavgaya -ve çocukların kafataslarının parçalanması gibi başka toplumsal şiddet örneklerine- ait MÖ 11.000 ve 7000’e ait birkaç ize rastlandı.50 Lawrence Keeley’nin War Before Civilization (Medeniyetten Önce Savaş) kitabı da tarihöncesine ait birçok şiddet ve savaş örneği veriyor gibi gözüküyor. Ancak bunların hiçbiri güvenilir değil; dolayısıyla diğer bilim insanları tarafından reddedildiler. Örneğin Keeley, insan kemiklerindeki kesik izlerini yamyamlığın kanıtı olarak sunuyor; ancak muhtemelen bu kesikler tarihöncesi dönemdeki cenaze törenlerine ait kemikleri etten temizleme geleneğinin bir sonucu olarak oluştu. Keeley, Avustralya’daki mağaralarda yer alan oldukça soyut çizimleri de savaş resimleri olarak yorumluyor; fakat bu çizimleri pek çok başka açıdan yorumlamak da mümkün. Antropolog R. Brian Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın insanlık kadar eski olduğunu ima ederken Keeley maksadını fazlasıyla aşıyor.”51
Savaşa dair kanıtların yokluğu oldukça çarpıcı. Örneğin 1999’da dünyanın farklı bölgelerine ait arkeolojik kanıtlar üç kez gözden geçirildi ve üst Paleolitik döneme (yani, MÖ 40.000-10.000 yılları arasına) ait savaşla ilgili hiçbir delil bulunamadı.52 Vahşi bir şekilde ölümden ya da savaşın neden olduğu zarar ve ziyandan hiç iz yoktu. Üstelik alet ve çanak çömlek gibi çok sayıda tarihi eser bulunmuş olmasına rağmen hiç silaha rastlanmadı. Ferguson’un da dediği gibi, “Savaşın bu dönemde o kadar yaygın olup da bu şekilde görünmez kalmış olmasını anlamak çok zor.”53 Arkeologlar, Paleolitik döneme ait üç yüzün üzerinde mağara “sanat galerisi” de keşfetti. Hiçbirinde savaşa, savaşçılara ya da silahlara dair çizim yoktu.54 Bu gibi kanıtlardan yola çıkarak arkeolog W. J. Perry şu sonuca vardı: “Toplayıcı insanların savaşçı olduğunu düşünmek çok yaygın ve büyük bir hata… Aksine elimizdeki bütün kanıtlar toplayıcı dönemin tarihin son derece barış dolu bir dönemi olduğunu gösteriyor.”55 Bir başka antropolog Richard Gabriel, bu durumu daha açık bir dille ifade ediyor:
Taş Devri başladıktan doksan beş bin yıl sonrasına (MÖ 4000 yılına) kadar insanın bırakın savaş yapmayı, örgütlü
42
Lenski, 1995; Lee ve DeVore, 1968.
43
Sahlins, 1972, s. 13.
44
Ryan, 2003, s. 55.
45
Lawlor, 1991.
46
Rudgley, 2000, s. 36.
47
Diamond, 1992.
48
Ryan, 2003.
49
Rudgley, 2000.
50
DeMeo, 2002.
51
Ferguson, 2000, s. 159. Savaşın kökenlerinin çok eskiye dayandığına inanan bir başka bilim insanı ise İngiliz arkeolog Nick Thorpe (1999, 2000). Thorpe, Mezolitik Dönem’de (MÖ 9. binyıl, yani Orta Taş Çağı’nda) bile savaşların yaşandığına dair kanıtlar olduğuna inanıyor. Buna dair üç farklı kanıt sunuyor: silahlar, savaş çizimleri ve iskelet kalıntıları. Ancak kendisinin de kabul ettiği gibi, kazılarda ne kadar çok hançer ya da balta bulunmuş olursa olsun bunların silah olarak kullanıldığından asla emin olamayız. Pekâlâ alet-edevat ya da av için de kullanılmış olabilirler. Thorpe, ikinci olarak, Mezolitik (ya da geleneksel tarihlendirme yöntemlerinin yanlış olabileceğini söylediği için Neolitik) Dönem’de savaşların yaşandığına dair İspanyol Levantenlerin kayalara yaptığı çizimleri kanıt olarak sunuyor. Ancak hemen ardından “kaya çizimlerinin dolaysız olarak yorumlanmasına karşı çıkan pek çok kişi var” diyerek yine kendi tezinin güvenilirliğini sorguluyor (Thorpe, 1999).
Ardından, en güvenilir kanıtların ise özellikle kurşun gibi delici bir nesneyle açılan yaralara sahip iskelet kalıntıları olduğunu belirtiyor. Bununla ilgili olarak, “İtalya’da bulunmuş, geç dönem Paleolitik Çağ’a ait ve kemikleri üzerinde çakmak taşıyla açılmış yaralar bulunan iki iskelet” (a.g.e) ile İsveç, Zelanda, Brittany ve Romanya’dan birkaç münferit örnek sunuyor. Ayrıca, Danimarka ve Kaliforniya’da bulunmuş ve kafatası yaralanmasına sahip iskeletlerden bahsediyor. Ancak bu örneklerin münferit olaylar olması, savaşa dair somut kanıtlar sundukları iddiasını havada bırakıyor. Eğer bu yaralanmalar gerçekten savaşlar sırasında oluşsaydı, tek tek bireylerde değil çok daha fazla sayıda iskelette gözlemlenmesi gerekirdi. Münferit olaylar olarak baktığımızda ise, bu yaralanmaların -özellikle de avlanma sırasında yaşanan- kazalar sonucunda oluşmuş olması oldukça muhtemel. Hatta kasıtlı şiddet sonucunda ortaya çıkmış olsalar bile gerçek savaşlardan ziyade sadece bireyler arasında yaşanan şiddet olaylarından kaynaklandıkları söylenebilir. Zaten Thorpe da bu ihtimali göz ardı etmiyor: “Bu örnekleri yorumlarken çok dikkatli olmalıyız” (a.g.e.). Son olarak, Mezolitik Dönem Avrupa’sında başa ya da gövdeye isabet eden “darbeler sonucunda oluşan kırık çıkık” vakalarından bahsediyor. Ancak son zamanlarda yapılan araştırmalar “pek çok kazanın da kırık çıkık ile sonuçlanmış olabileceğini” gösterdi (a.g.e.).
Thorpe’un bahsettiği ve gerçekten savaşı andıran kanıtlar ise orta ve geç dönem Neolitik Çağ’a aitler. Bavyera’daki Of-net bölgesinde bir mağarada, içinde hepsi de ölmeden önce yaralanmış tam otuz sekiz kişinin kafatası ve omurgası bulunan iki çukur keşfedildi. Danimarka’daki Dyrholmen’da ise derisi yüzülmüş dokuz kişinin kemikleri bulundu. Son olarak, Almanya’daki Talheim’da MÖ 5000 yılında kafalarına aldıkları darbe sonucunda ölmüş otuz dört kişiye ait bir toplu mezar bulundu.
Kısacası, Neolitik Dönem’den önce savaşların yaşandığına dair kanıtlar -ana metnin içinde bahsettiğim iki örnek dışında- hiç ikna edici değil. Hatta Neolitik Dönem’e ait bile çok az örnek söz konusu. Ancak Keeley ve Thorpe gibi arkeologların vardığı sonuçları sorgulayıp sorgulamamamızın aslında pek de önemi yok: Fazlasıyla havada kalan iddialarını doğru kabul etsek bile MÖ yaklaşık 4000 yılına kadar son derece sınırlı sayıda savaşın yaşandığı, bu tarihten sonra ise savaşların sayısında aniden çok büyük bir artış yaşandığı su götürmez bir gerçek.
52
Chapman, 1999; Dolkhanov, 1999; Vencl, 1999.
53
Ferguson, 1997, s. 333.
54
Keck, 2000, s. xxi.
55
Heinberg, 1989, s. 169 içinde.