100 büyük düşünür. Sabri Kaliç
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу 100 büyük düşünür - Sabri Kaliç страница 13
24
AUGUSTİNUS
Eski Yunan düşüncesinin Roma felsefesine, onun da Hıristiyanlık kültürüne dönüşmesi zincirinde en önemli düşünürlerden olan Augustinus dinine yaptığı hizmetler nedeniyle de ölümünden sonra ermiş ilan edilmiştir.
Augustinus (okunuşu: Ogustinus) 354 – 430 yılları arasında yaşamış olan ünlü Hıristiyan düşünürdür. Bilinen en temel eserleri şunlardır: Civitas Dei (Tanrının Uygarlığı), Confessiones (İtiraflar), Epistolae (Mektuplar). Augustinus bir tanrıbilimci olmasının yanı sıra, Batı düşüncesi içinde ünlü ve etkili filozoflarındandır. Onun yapıtları tanrıbilimsel olmakla birlikte, felsefi sorunları da içeren nitelikler göstermesi bakımından ayrıca önem taşımaktadır. Sonradan modern felsefede tartışılacak olan pek çok tartışmayı Augustinus’un ilk kez gündeme getirdiği görülür.
Düşünür 354’te Roma İmparatorluğu’nun Kuzey Afrika’daki Numidia eyaletinde doğdu. Pagan bir baba olan Patricius ve Hıristiyan bir anne olan Monica’nın çocuğudur. Yaşadığı zamanlar Roma’nın çöküşüne ve Hıristiyanlığın kabulunün hemen ertesine denk gelir. Ataları muhtemelen Kartacalı Berberiler olan Augustinus, Roma kültürü içinde eğitilir ve Latince dışında hiçbir dil öğrenmez. 17 yaşında Kartaca’ya gider. 372’de Mani felsefesini keşfeden Augustinus dokuz yıl Mani felsefesine bağlı kalır. Bu felsefeye göre dünya “iyi ile kötü arasında paylaşılmıştır ve maddenin koyu karanlığı ruhun ışığını karartmaktadır.” Böylece bu felsefeye bağlılık onda ruhunu tenin esaretinden kurtarma umudunu doğurur. “Mani’ci Piskopos Faustus”la tanışmasının yarattığı düşkırıklığı, irade yetisini kabul etmeyen ve insanın sorumluluğunu ve özgürlüğünü inkar edici düşünceden kopuşunu hızlandırır. Augustinus 384’te Milano’da retorik (konuşma sanatı) hocalığına atanır. Bu arada arayışı sürmektedir. Yeni Platoncuların eserleri onda yeni bir değişikliğe sebep olur. Bu dönemde okuduğu başka bir kaynak da Aziz Pavlos’un mektuplarıdır. Bu eserle birlikte Augustinus Hıristiyanlara yaklaşır ve 386 yılında Hıristiyan olmaya karar verir. 387 yılında Afrika’ya döner.
395’te piskopos olan Augustinus 396’da “Hippo Regius’ta Valerius”un yerine geçer. Bu dönemde Afrika kilisesinde bölünmeler yaşanmaktadır. Berberi çiftçilerin Romalılara karşı yürüttükleri mücadeleye katılan piskopos Donatus’un mirasçıları bir “arınmışlar kilisesi”ni savunmaktadırlar. Augustinus, Donatusçuların dini sapkınları cezalandıran bir yasaya tabi tutulmalarını öngören bir imparatorluk fermanının yayınlandığı 405’te, Afrika’daki Donatusçu kilisenin dağıtılmasına etkin olarak katkıda bulunur. 410’da Roma’nın Gotlar tarafından işgal edilmesi üzerine “Tanrı Uygarlığı” eserini kaleme alır. Roma piskoposluk makamı ve Ravenna mahkemesi nezdindeki birçok girişimden sonra, 418 yılında hasımlarını aforoz ettirmeyi başarır. 429-430’da Vandallar Kuzey Afrika’yı istila eder ve Hippo Regius’u kuşatırlar. Telaşa kapılan Augustinus son günlerini ibadet etmekle geçirir ve 28 Ağustos 430’da ölür. Augustinus 1303 yılında Katolik kilisesi tarafından aziz ilan edilmiştir.
Augustinus kendi yaşamını İtiraflar adlı ünlü kitabında “Tanrıyla konuşma ve günah çıkarma” biçiminde anlatmıştır. En çok önem verdiği konu insanın özünü araştırmasıdır. Gerçeğin insanın içinde olduğunu savunur. Gerçek ise bizzat Tanrı’nın kendisidir. Yani Tanrı insandadır. Öte yandan insanın kendisi de tanrıdadır. “Anlayabilmek için, inanıyorum” anlayışıyla felsefeyi dine tabi kılmış olan Augustinus, Hıristiyan dininin temel öğretilerini temellendirebilmek için Yeni Platoncu felsefeden ve Platoncu kavramlardan yararlanmıştır.
Augustinus “zaman” üzerine yapılan tartışmalarda sıklıkla anılan bir isimdir. İtiraflar adlı kitabının en çarpıcı bölümlerinden biri bu konudur. Ona göre, kavradığımız ve bildiğimiz “zaman” ile “gerçek Zaman” birbirinden ayrı şeylerdir. Geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman ayrımları gerçekliği olmayan, zihnimizin tasarımları olan zaman birimleridir. Augustinus etkileyici bir akıl yürütmeyle geçmiş zamanın artık varolmadığını, gelecek zamanın ise henüz varolmadığını, elimizde kalan tek zaman olarak “şimdi”ki zamanın da boyutlarını belirleyemediğimiz için bilemeyeceğimizi belirtir. Böylece Zaman kavramı üzerinden gerçeklik ile bilgi temel olarak ayrılmış olmaktadır ki modern felsefeye gelindiğinde bu ayrım Kant örneğinde olduğu gibi, temel bir felsefi eğilim olacaktır.
25
ANSELMUS
Anselmus aslen İtalyalıdır ama 1093’den sonra Kuzey Fransa’da bir kilisede rahiplik ve ardından İngiltere’de Canterbury başpiskoposluğu yapmış ve orada ölmüştür. Düşünür Augustinus’un “anlamak için inanıyorum” önermesini almış, inancı akıl ile temellendirmeye çalışmıştır. Anselmus’un bu çabası skolastizmin akıl ile inancı birleştirmeye çalışmasının bir göstergesidir.
İlkçağın son dönemlerine paralel olarak, Kavimler Göçü sonunda Antik dönemden süre gelen birçok kültür değerlerinin Avrupa kıtasında yok olduklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle Batı’da 500-1000 yılları arasında kültür yönünden bir sessizlik dönemi vardır; oysa Doğu aynı dönemde canlı bir düşünce yaşamına sahipti. Batı’da düşünce yaşamı 1000 yıllarında yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu canlanma Kilisedeki bir hareketle ilişkilidir. 10. yüzyılda kültür yönünden büyük bir çöküş yaşamış olan Katolik Kilisesi bundan sonraki yüzyılda enerjik ve yenilikçi papazlar yardımıyla yeni bir hayata kavuşmuştur. Katolik Kilisesi’ne bu canlılığı getirenler arasında, özellikle Papa VII. Greguar ile öğrencisi Anselmus’u sayabiliriz.
Ortaçağ’ı ilgilendiren başlıca konunun insanın Tanrı ile olan ilişkileri olduğunu biliyoruz. Bu konuyu Ortaçağ felsefesi dinin dogmaları yönünden yanıtlar. Çünkü bu çağa göre gerçek, zaten din kitaplarında bulunmaktadır. Bu nedenle yapılacak tek şey dogmayı savunmak ve temellendirmektir. İşte, her şeyden önce bir teoloji olan Ortaçağ felsefesi için, Anselmus tipik bir örnektir. Anselmus doğa ile hiç ilgilenmez, ruhtan çok az söz eder, onun tüm görüşleri “Tanrı” düşüncesi etrafında toplanmıştır. Onun için Tanrı tüm varlığın ağırlık merkezidir. Anselmus’un tüm çabası kutsal vahiy olan dogmaları savunmak ve temellendirmektir.
Henüz Skolastiğin ilk döneminde yaşayan Anselmus doğa konusuna hemen hemen hiç ilgi göstermemiştir. Oysa Skolastiğin parlak döneminde, söz gelişi Aquino’lu Thomas’ta, doğaya ait geniş bir ilgiye, Aristo’ya göre ayarlanmış bir doğa felsefesinin var olduğuna tanık oluyoruz. Skolastiğin bu iki dönemi arasında başka bir farklılık daha oluşmuştur. İlk dönemin temsilcisi