Ben-Hur. Lew Wallace
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ben-Hur - Lew Wallace страница 13
Aynı anda gelen bir dürtüyle üçünün elleri birleşti.
“Bir şey bundan daha kutsal bir biçimde düzenlenebilir mi?” diye devam etti Baltazar. “Tanrı’yı bulunca, kardeşler ve onlardan sonra gelen nesiller bizimle birlikte ona saygıyla diz çökecekler. Kendi yollarımıza gitmek üzere ayrıldığımızda, dünya yeni bir ders almış olacak: Cennet kazanılabilir ama kılıçla ya da insan erdemiyle değil, inanç, sevgi ve iyi işlerle.”
İç geçirmelerle ve kutsanmış gözyaşlarıyla bölünen bir sessizlik oldu; çünkü onları dolduran sevinç kalıcı olmayabilirdi. Bu, Hayat Nehri’nin kıyılarında, Tanrı’nın yanında kurtarılmışlarla dinlenen ruhların tarifsiz sevinciydi.
Elleri birbirinden ayrıldı ve beraber çadırdan dışarı çıktılar. Çöl, gökyüzü kadar hareketsizdi. Güneş hızla batıyordu. Develer uyuyordu.
Kısa bir süre sonra çadır söküldü ve yemekten arta kalanlarla beraber kutuya kondu; sonra dostlar da develere binip Mısırlı tarafından yönlendirilerek tek sıra hâlinde yola koyuldular. Soğuk gecede rotaları batıya doğruydu. Develer çizgiyi ve aralıkları koruyarak sabit adımlarla ileri atıldılar; sanki arkadan gelenler öncünün ayak izlerine basıyordu. Sürücüler bir kere bile konuşmadılar.
Yavaş yavaş ay çıktı. Üç uzun boylu ve beyaz figür donuk ışıkta sessiz bir şekilde ilerlerken, kötü karanlıklardan gelen hayaletler gibi görünüyorlardı. Birdenbire önlerindeki havada, alçak bir tepenin zirvesinde parlak bir alev belirdi. Ona bakarlarken, görüntü büyüleyici bir parlaklık noktasına dönüştü. Kalp atışları hızlandı; ruhları titredi ve tek bir ses hâlinde bağırdılar: “Yıldız! Yıldız! Tanrı bizimle!”
VI
YAFA PAZARI
Kudüs’ün batı duvarının üzerindeki bir aralıkta Beytüllahim ya da Yafa Kapısı denilen “meşeden kapaklar” asılıdır. Bu kapakların ardında kalan alan, şehrin tanınmış yerlerinden biridir. Davut Sion’a göz koymadan çok önceleri orada bir kale vardı. Sonunda Jesse’nin oğlu Yevusluları yerlerinden edip de kaleyi inşa etmeye başladığında, kalenin surları yeni duvarın kuzeybatı köşesini meydana getirdi ve duvar eskisinden daha azametli bir kule tarafından korunuyordu. Bununla birlikte, muhtemelen orada birleşen yollar başka bir noktaya yönlendirilemediğinden ve dışarıdaki alan bildik bir pazar yeri hâlini alsın diye kapının konumu değiştirilmemişti. Süleyman zamanında bölgede Mısır’dan tüccarların, Tyre ve Sidon’dan zengin satıcıların da dâhil olduğu büyük bir hareketlilik vardı. Yaklaşık üç bin yıl geçmiş ve ticaret burada devam etmişti. İğne ya da silah, salatalık ya da deve, ev ya da at, kredi ya da mercimek, hurma ya da tercüman, kavun ya da adam, güvercin ya da eşek arayan bir yolcunun sadece Yafa Kapısı’nda aradığını sorması yeterlidir. Bazen ortam öyle hareketlidir ki, kim bilir onu inşa eden Herod zamanındaki eski pazar nasıl bir yerdi, sorusunu akla getirir. Şimdi okur o döneme ve o pazara götürülecek.
Yahudi sistemine göre, önceki bölümlerde anlatılan bilgelerin karşılaşmaları yılın üçüncü ayının yirmi beşinci gününde olmuştu, yani aralığın yirmi beşinde. Yıl, 193. Olimpiyatın ikincisi ya da Roma’nın 747’si, Büyük Herod’un on yedinci, saltanatının otuz beşinci, miladi takvimin başlangıcından önce dördüncü yıldı. Günün saatleri, Yahudiye geleneğine göre, güneşle beraber başlar, ilk saati güneş doğduktan sonraki ilk saattir; kesin söylemek gerekirse, belirtildiği gibi günün ilk saatinde Yafa Kapısı’ndaki pazar dopdolu ve canlıydı. Şafaktan itibaren büyük kapılar sonuna kadar açılırdı. Daima yoğun olan ticaret, kemerli girişten daracık bir sokağa ve büyük kuleyi geçtikten sonra şehrin içine uzanan meydana kadar girerdi. Kudüs tepelik bir şehir olduğundan sabah havası öyle az buz ayaz olmazdı. Sıcaklık vaat eden güneş ışınları etraftaki büyük duvarların mazgalları ve kuleleri üzerinde dolaşır, güvercinlerin mırıltıları ve gidip gelen kuş sürülerinin kanat sesleri buralardan aşağıya gelirdi.
Gelecek sayfaları anlamak için Kutsal Şehir’in sakinleri kadar yabancılarını da tanımadan önce kapıda durup manzaraya bakmak iyi olur. Şimdikinden çok farklı bir ruh hâline bürünecek olan bu halka göz gezdirmek için bundan daha iyi bir fırsat bulunmaz.
Manzara ilk bakışta tam bir karmaşadır; hareket, ses, renk ve nesne karmaşası. Özellikle sokakta ve meydanda durum budur. Zemin geniş ve şekilsiz kaldırım taşlarıyla kaplıdır, her bir çığlık, gıcırtı ve toynak vuruşu yanda yükselen sağlam duvarların arasındaki çınlayan ve gürleyen kargaşayı daha da artırır. Kalabalığa biraz karışmak, sürmekte olan ticarete biraz aşina olmak analiz etmeyi mümkün kılacaktır.
Şurada, Celile’nin bahçelerinden ve taraçalarından yeni getirilmiş mercimek, fasulye, soğan ve salatalıkla dolu küfelerin altında uyuklayan bir eşek duruyor. Eşeğin sahibi müşterilere hizmet vermediği zamanlarda, sadece bilenlerin anlayabileceği bir sesle mallarını duyuruyor. Kıyafetleri oldukça basit; sandaletler, bir omuza atılan ne beyaz ne de boyalı bir battaniye ve bele sarılmış bir kuşak. Onun yanında, çok daha heybetli ve tuhaf, ama eşek kadar sabırlı olmayan, gırtlağının, boynunun ve vücudunun altındaki tüyleri kabarık, bir deri bir kemik, gri bir deve diz çökmüş; kutulardan ve sepetlerden oluşan yükleri büyük bir semerin üzerine tuhaf bir şekilde dizilmiş. Sahibiyse, ufak tefek, kıvrak ve tozlu yollardan ve çölün kumundan nasibini alan teniyle bir Mısırlı. Soluk bir tarbooshe, boynundan dizlerine kadar inen, kolsuz ve kemersiz bir elbise giyiyor. Ayakları çıplak. Yükün altında huzursuz olan deve sızlanıyor ve zaman zaman dişlerini gösteriyor, ama adam hayvanın kayışlarını tutmuş, hiç aldırmadan bir aşağı bir yukarı adımlayarak sürekli Kedron meyve bahçelerinden gelen taze meyvelerinin reklamını yapıyor; üzümler, hurmalar, incirler, elmalar ve narlar.
Sokağın meydana açıldığı köşede sırtlarını duvarın gri taşlarına dayamış kadınlar oturuyor. Giysileri ülkenin mütevazı sınıflarında yaygın olanlardan; belden gevşekçe bağlanmış, yerlere kadar boylu boyunca inen keten elbise, başı örttükten sonra omuzlara da sarılacak kadar geniş atkı ya da şal. Onların mallarıysa, kuyulardan su getirmek için Doğu’da hâlen kullanılan türden birkaç toprak küp ve deri şişeler. Küplerin ve şişelerin aralarında, taş zeminde kalabalığa ve soğuğa aldırmadan yuvarlanıp duran, hep tehlike altında olduğu hâlde hiç canı yanmayan, yarım düzine kadar çıplak çocuk oyun oynuyor; esmer bedenleri, amber rengi gözleri ve gür, siyah saçları İsrail kanını doğruluyor. Bazen anneleri şalların altından kafalarını kaldırıp ana dillerinde tevazuyla mallarını duyuruyorlar: şişelerde “üzüm balları”, küplerde “sert içecek”. Sesleri genel curcuna içinde kaybolup gidiyor, pek çok rakiple başa çıkacak güçte değiller. Çıplak bacaklı, kirli gömlekli, uzun sakallı, güçlü kuvvetli adamlar olan bu rakipleri sırtlarına bağlanmış şişelerle dolaşıp, “Şarap balı! En-Gedi üzümleri!” diye bağırıyorlar. Bir müşteri içlerinden birini durdurduğunda, şişe tepeden yuvarlanarak ağzındaki kapak kaldırılıyor