Ben-Hur. Lew Wallace
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ben-Hur - Lew Wallace страница 17
Beytüllahim gibi tek bir şeyhin bulunduğu bir köyde birden fazla han olamazdı ve uzun yoldan gelen bir Nasıralı kentte konukseverlik talebinde bulunamazdı. Üstelik gelme nedeni olan sayım haftalar hatta aylar sürebilirdi. Bilindiği üzere taşradaki Romalı temsilciler işlerini çok yavaş yapıyorlardı ve bu kadar belirsiz bir süre için karısıyla beraber bir tanıdık ya da akrabaya yük olması söz konusu bile değildi. Büyük eve yaklaşmadan, henüz eşeği zorladığı bayırı tırmanırken, handa kalacak yer bulamama korkusu sancılı bir endişe hâlini almıştı; çünkü büyük bir telaşla sığırlarını, atlarını ve develerini kimisi suya, kimisi yakınlardaki mağaralara getirmekle uğraşan adamların ve çocukların kalabalığını görmüştü. Hanın yakınına vardığında, kapıda yığılan kalabalığı görünce dehşeti yatışmadı, bitişik alan bile dolup taşmıştı.
“Kapıya ulaşamayız.” dedi Yusuf, ağır ağır. “Burada durup mümkünse neler olduğunu öğrenelim.”
Karısı cevap vermeden yüzündeki örtüyü kenara çekti. Yüzünün yorgun ifadesi yerini meraka bıraktı. Kendisini onun için merak konusu olan bir kalabalığın kenarında buldu. Büyük kervanların sürekli gidip geldikleri ana yolların herhangi birisindeki hanlarda yaygın olan bir durumdu bu. Oraya buraya koşuşturup duran yayan adamlar Suriye diliyle bağırıp duruyorlar; at sırtındaki adamlar develerin üzerindeki adamlara sesleniyorlar; bazı adamlar inatçı inekleri ve ürkmüş koyunlarıyla mücadele ediyor, bazılarıysa ekmek ve şarap satıyordu; kalabalığın arasında bir çocuk kalabalığı, köpek sürüsünü kovalıyordu. Herkes ve her şey aynı anda hareket hâlinde gibi görünüyordu. Narin izleyici manzaradan yorgun düşmüştü ve kısa bir süre sonra iç geçirip eyere iyice yerleşerek sanki huzur ve sükûn arayışıyla bakışlarını güneye, batan güneşin altında hafifçe kızaran Cennet Dağı’nın yüksek tepelerine çevirdi.
O böyle bakıp dururken kalabalığı yarıp kendisine yol açan bir adam eşeğin yanında durup kaşlarını çatarak arkasını döndü. Nasıralı ona seslendi.
“Ey Yahuda’nın oğlu, dostum, bu kalabalığın nedenini sorabilir miyim?”
Sert bir şekilde dönen yabancı Yusuf’un ciddi yüzünü görünce, selamlarcasına elini kaldırıp onun sesiyle uyumlu şekilde derin ve yavaş bir sesle cevap verdi:
“Huzur seninle olsun, haham. Ben Yahuda’nın oğluyum, sana cevap vereyim. Bilirsin bir zamanlar Dan kavminin toprakları olan Beth-Dagon’da oturuyorum ben.”
“Ve Modin’den Yafa’ya gidiyorsun.” dedi Yusuf.
“Demek Beth-Dagon’a gittin.” dedi adam, yüzü daha da yumuşayarak. “Gezginleriz biz! Yıllardır babamız Yakup’un dediği gibi Ephrath’tan uzaktayım. Bütün Yahudilerin doğdukları şehirlerde sayılacakları duyurusu yapılınca geldim.”
“Ben ve karım da onun için geldik.” diye cevap veren Yusuf’un yüzü bir maske kadar donuktu.
Meryem’e bakan yabancı sesini çıkarmadı. Meryem Gedor’un çıplak tepesine bakıyordu. Güneş yüzüne vuruyor, menekşe rengi gözlerini dolduruyordu. Aralık dudaklarında soluğu titriyordu. O anda bütün insani güzelliği saflaşmış gibi görünüyordu.
“Ne diyordum? Ah! Hatırladım. Buraya gelme emrini duyunca sinirlendiğimi söyleyecektim. Sonra tepeyi ve kenti, Kidron’un derinliklerine doğru inen vadiyi, şarapları ve meyve bahçelerini, tahıl tarlalarını, çocukluğumda benim için dünyanın duvarları olan bildik dağları -buradaki Gedor, oradaki Gibeah ve Mar Elias- düşündüm ve zalimleri affedip karım Rachel ve çocuklarımız Deborah ve Michal’le buraya geldim.”
Adam tekrar duraklayıp kendisine bakıp dinlemekte olan Meryem’e baktı. Sonra, “Haham, karın benimkinin yanına gitmez mi? Orada, yolun kıyısındaki zeytin ağacının altında çocuklarla birlikte duruyor. Sana söyleyeyim…” Yusuf’a döndü: “Han doldu. Kapıda sormanın bir faydası yok.” dedi.
Yusuf’un niyeti de zihni gibi acelesizdi; kısa bir tereddüt geçirdi ama sonunda, “Çok nazik bir teklif. Handa bizim için yer olsa da olmasa da sizinkilerin yanına gideriz. Önce gidip kâhyayla kendim konuşayım. Hemen dönerim.” dedi.
Eşeğin yularını yabancının eline tutuşturup hareketli kalabalığın içine daldı.
Kâhya kapının dışında, sedir ağacından büyük bir kütüğün üzerinde oturuyordu. Arkasındaki duvara bir mızrak dayanmıştı. Yanındaki kütüğün üzerinde bir köpek oturuyordu.
“Yahuda’nın huzuru seninle olsun.” dedi Yusuf, sonunda kâhyanın karşısına dikilince.
“Dileklerin misliyle senin olsun.” diye cevap verdi kâhya ciddiyetle, ama hiç kıpırdamadan.
“Ben Beytüllahimliyim.” dedi Yusuf, en ölçülü hâliyle. “Acaba bizim için bir yer…”
“Hiç yok.”
“Belki adımı duymuşsundur, Nasıralı Yusuf. Burası atalarıma ait. Ben Davut soyundan geliyorum.”
Bu sözler Nasıralının umudunu taşıyordu. Eğer başarılı olmazsa, yalvarmaları boşuna olacaktı, para teklif etmek bile. Yahuda’nın oğlu olmak kavimsel açıdan önemli bir şeydi, Davut’un soyundan olmak da başka bir şeydi; bir Yahudi için bundan daha büyük bir övünç olamazdı. Çoban, Saul’un halefi olup kraliyet ailesi kuralı bin yıldan fazla zamandır vardı. Savaşlar, felaketler, öteki krallar ve zamanın sayısız aşamaları onun torunlarını sıradan Yahudi düzeyine indirmişti. Yedikleri ekmek hiç de mütevazı olmayan bir çabayla önlerine geliyordu, ama yine de kutsal bir şekilde korunan ve ilk bölümü soyağacı olan tarihlerinin faydasını görüyorlardı; bilinmiyor olamazlardı. İsrail’de her nereye giderlerse bu aşinalık peşinden huşuya varan bir saygıyı getiriyordu.
Eğer bu Kudüs’te ve başka yerlerde böyleyse kesinlikle Beytüllahim’deki bir hanın kapısında da böyle olabilirdi. Yusuf’un dediği gibi, “Burası atalarıma ait.” demek doğruyu sade bir dille ve abartısız söylemek demekti, çünkü bu ev Boaz’ın karısı olarak hüküm süren Ruth’un eviydi; Jesse ve en genci Davut olan on oğlunun doğduğu evdi; Samuel’in kralı arayıp bulduğu evdi; Davut’un dost Gileadlı Barzillai’nin oğluna verdiği evdi; Yeremya’nın dualarıyla Babillilerden kaçan ırkının geri kalanını kurtardığı evdi.
Sözler etkisiz kalmadı. Kapı görevlisi kütüğün üzerinden indi, sakalını sıvazlayarak, “Haham, bu kapının bir yolcuyu içeri almak için ilk kez ne zaman açıldığını bilmiyorum ama bin yılı geçmiştir. Bunca zaman boyunca içeride yer varken iyi bir adamın geri çevrildiği hiç olmamıştır. Eğer bir yabancıya böyle yapılmışsa, Davut’un soyundan gelen birine hayır diyen kâhyanın haklı gerekçesi vardır. Seni tekrar selamlıyorum, eğer benimle gelirsen evde hiç konaklayacak yer olmadığını sana gösteririm, ne odalarda ne girintilerde ne de meydanda, hatta damda bile. Ne zaman geldiğini sorabilir miyim?”
“Şimdi.”
Kâhya güldü.