Katya. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Katya - Лев Толстой страница 6
Güneş, yolun iki tarafındaki yüksek ağaçların tepelerinden çekilmiş, tozlar yerlere inmişti. Köyün uzaklıkları, mailen gelen püskürme ziyalar altında daha temiz ve daha nurlu görünüyordu. Bulutlar hep dağılmıştı. Ağaçların öbür tarafında, ambarın yanında üç yeni ot yığınının sivri tepelerini ve köylülerin oradan indiklerini görüyordum. Hasılı o gün son defa olarak, tekerleklerinin gürültüsünü aksettirerek talikalar süratle geçiyor, kadınlar, bahçıvan tarakları omuzlarında, ipleri bellerinde, türkü söyleyerek evlerine giriyor, Serj Mihaloviç ise dağın eteğinde göründüğü hâlde, hâlâ gelmiyordu. Nihayet apansız, hiç beklemediğim bir tarafta, yolun öbür ucunda göründü. Şapkasını çıkarırken bakıp gülerek şen bir yüzle bana doğru gelmeye başladı. Fakat hâlâ uyumakta olan Maşa’yı görünce gözlerini kırpıştırıp dudaklarını ısırarak ve parmaklarının ucuna basarak yavaşladı. Hemen fark ettim: Pek sevdiğim neşeli hâli gene üstünde idi. Onun bu sebepsiz neşesine biz kendi aramızda “vahşi heyecan” namını veriyorduk. Bu hâlinde o, tam manasıyla paydosa dar kavuşmuş bir mektepli olurdu. Tepeden tırnağa bütün varlığından bir saadet havası uçardı. Yanıma geldi. Elimi sıkarken Maşa’yı uyandırmamak için sessizce “Bonjur, körpe menekşe.” dedi. “Nasılsınız? İyi değil mi? Ben de öyle fevkalade iyiyim.” Aynı suali ben de ona sormuşum gibi cevap veriyordu. “Bugün tam on üç yaşında bir çocuk oldum. Bir oyuncak atım olsa da binsem, ağaçlara tırmanıp çıksam diyorum. İçimden öyle geliyor.”
Gözünün içi gülüyordu. Gözlerine bakarak “Vahşi heyecan!” dedim. Fakat aynı zamanda hissediyordum ki bu vahşi heyecan bana da sirayet ediyordu. Gülmemeye çalışarak, aynı zamanda bana gözü ile işaret vererek “Evet!” dedi. “Fakat siz bu zavallı Maşa Karlovna’dan ne istiyorsunuz?”
Hiç farkında değildim. Meğerse ben ona bakarken, elimdeki ufak dalı sallıyor ve yapraklarıyla dadımın yüzündeki mendile dokunup yüzünü de okşuyormuşum. Gülmeye başladım.
“Şimdi…” dedim. “Uyanacak ve hiç uyumadığını söyleyecek ama onu ben mahsus yapmadım.”
Maşa’nın uyanmasını istemiyormuşum gibi bu sözleri fısıldayarak söylüyordum, gizli bir şey söylemek hoşuma gidiyordu. O da beni taklit ederek dudaklarını kıpırdatıyor ve güya bana, başkalarının işitmesini istemediği, gizli bir şeyler söylüyormuş hissini veriyordu. Sonra kiraz tabağını gördü. Belli etmeden oradan kiraz alır gibi yaptı. Sonya’ya doğru yürüdü ve ıhlamurun altında onun bebeğinin yerine oturdu. Sonya kızdı. Tam hırçınlık edeceği bir sırada küçük kızla hemen bir oyun icat etti: Kirazları kim daha evvel kapıp yiyecek diye kapışırlarken barıştılar ve gülüştüler.
“İster misiniz daha kiraz getirsinler mi?” dedim. “Yahut isterseniz biz kendimiz gidip koparalım; ne dersiniz?”
Serj tabağı aldı. Bebekleri içine koydu ve üçümüz oradan kirazlığa gittik. Sonya gülerek yolda onun arkasından koşup paltosunun eteğini çekiyor ve bebeklerini istiyordu. O, bebeklerini çocuğa verirken bana dönerek yalnız olduğumuz hâlde, gene fısıldarcasına fakat pek ciddi “Buyurun bakalım.” dedi. “Ben size nasıl Körpe Menekşe demeyeyim? Sıcağı, yorgunluğu göze alarak toz toprak içinde yanınıza gelince bana bir menekşe kokusu geliyor. Ama öyle olgun ve kuvvetli menekşelerden değil, henüz açılmış taze ve körpe bir menekşe ki rayihasında veda eden bir kışın ve yeni doğan baharın nefesleri vardır…”
Hemen sordum:
“Bu sene mahsul nasıl gidiyor? Siz bana onu söyleyin!”
Sözlerinin bende hasıl ettiği sevinçli heyecanı bu sualimle gizlemek istiyordum.
“Mükemmel!” dedi. “Bu millet her zaman her yerde emsalsizdir. İnsan onları yakından tanıdıkça daha ziyade seviyor.”
“Oh, evet! Demin siz gelmeden evvel oturduğum yerden onlara bakıyor ve nasıl çalıştıklarını görüyordum. Ne zahmetli işler başardıkları belli idi. Ben ise o zaman yerimde öyle rahattım ki…”
Sözümü kesti. Okşayıcı bir bakışla fakat pek ciddi olarak “Bu gibi hislerle oynamayınız Katya.” dedi. “Onların işleri mukaddes işlerdendir. Allah sizi böyle işlere karışmaktan korusun!”
“Onun için ben de bunu yalnız size söylüyorum.”
“Biliyorum… Peki, kiraz meselesi ne oldu?”
Kirazlık kapalı kalmış. Bahçıvanların hepsini işe göndermişler. Yalnız biri orada imiş. Sonya hemen anahtarı almaya koştu. Fakat Serj onun gelmesini beklemeden köşede asılı kuş ağlarına takılarak duvara çıktı ve öbür tarafa atladı. Bana “Şu aralıktan tabağı uzatır mısınız?” dedi.
“Hayır.” dedim. “Ben kendim koparmak istiyorum. Gideyim şu anahtarı bulayım. Sonya besbelli bulamıyor.”
Fakat aynı zamanda tek başına orada ne yapıyor, kime bakıyor, yalnızken ne hâlde bulunuyor diye içime bir merak düştü. Yahut bu da değil de sadece onu gözümden bir dakika bile ayırmak istemiyordum. Isırganlar arasında parmaklarımın ucuna basarak kirazlığı dolaştım. Karşı tarafta duvarlar daha alçaktı. Burada boş bir fıçı duruyordu. Üstüne çıktım. O zaman duvar göğsümün hizasına bile gelmiyordu. Hemen zıplayıp abandım. İçeri bir göz gezdirdim. Geniş, dişli yapraklarıyla yaşlı ağaçların, dalları basmış, olgun sulu kirazları aşağı doğru sarkıyordu. Ağaçların altından başımı uzatıp baktığım vakit yaşlı bir kiraz ağacının bükük dalları arasından Serj Mihaloviç’i gördüm. Kurumuş bir ağacın gövdesine oturmuş, besbelli ağaçtan kopardığı bir sakızı parmaklarının arasında, dalgın ovalıyordu. Bir aralık gözlerini açtı ve gülümseyerek bir şey söyledi. Bu tebessümü ve o sözleri şimdiye kadar tanıdığım şahsiyetine o kadar yabancı idi ki onu böyle gözetlediğim için kendimden utandım. Sözlerini işitecek kadar yakındım: “Katya!” dedi. İçimden Kabil değil! diyordum. O daha yavaş ve daha tatlı “Sevgili Katya!” diye tekrar etti. Fakat bu sefer o iki kelimeyi pek sarih olarak duymuştum. Yüreğim yerinden oynadı. Sevincimden öyle heyecanlandım ki düşmemek ve kendimi açığa vurmamak için ellerimle duvara tutunmaya mecbur oldum. Hareketimi hissederek dehşetle arkasına baktı. Beni görünce hemen gözlerini önüne eğdi ve kızardı. Bir çocuk gibi yüzü kıpkırmızı oldu. Bir şeyler söylemek istedi fakat söyleyemedi. Bunun için bütün bütün sıkıldı. Yüzü, eli mosmor oldu ve o sırada bana bakıp gülümsedi. Ben de ona gülümsedim. Yüzünde bir beşaşet17 ve saadet havası vardı. O zaman karşımdaki adam, artık iltifatlarıyla beni taltif eden ve bana bilmediğimi öğreten, o yaşlı amca değil, hayır katiyen o değildi. Şimdi karşımda, beni seven ve benden korkan, tam bana akran bir kimse vardı. Bir kimse ki ben de onu seviyor ve ondan korkuyordum. Birbirimize hiçbir şey söylemiyor ve yalnız bakışmakla kalıyorduk. Böyle bakışırken
17
Beşaşet: Güler yüzlülük. (e.n.)