Olesya. Александр Куприн
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Olesya - Александр Куприн страница 3
Sonunda tuhaf ve belirsiz bir tedirginlik kapladı içimi. Fırtınalı bir gecede rüzgârların oluşturduğu kar yığınları ve ormanın içinde kaybolmuş, şehir hayatından, toplumdan, kadın kahkahasından ve insan seslerinden uzakta, ücra bir köyün ortasındaki köhne bir evde tek başıma olduğumu düşünmeye başladım kendi kendime… Ve bu fırtınalı gecede ölüm gelip kapımı çalana kadar onlarca yıl sürüp, uzadıkça uzayacakmış, dışarıdaki rüzgâr durmadan kükreyecekmiş, yoksul yeşili abajurun içindeki lamba silik bir şekilde yanıp duracakmış, odamda endişe içinde volta atıp duracakmışım gibi gelmeye başladı. Bana yabancı bir yaratık olan suskun ve dalgın Yarmola ise yiyecek yemeği bulunmayan evindeki ailesine, ortalığı darmadağın eden fırtınaya, beni yiyip bitiren adı konmamış can sıkıntıma, yani dünyadaki her şeye karşı vurdumduymazlığını koruyacaktı sanki. Muhtemelen sobanın yanında, yine aynı şekilde oturup duracaktı.
Birden içimden bu eziyete dönüşen sessizliği bir insan sesiyle yırtmak geldi ve şöyle sordum:
“Sence nereden çıktı bugün bu rüzgâr Yarmola?”
“Rüzgâr mı?” diye sordu Yarmola zar zor kaldırarak başını. “Beyim yoksa bilmiyor mu?”
“Bilmiyorum tabii ki! Nereden bileyim?”
“Sahiden bilmiyor musunuz?” diyerek canlandı birden Yarmola. “Öyleyse size söyleyeyim nedenini.” dedi gizemli bir ses tonuyla. “Söyleyeyim size: İşte bütün bunları başımıza dolayan şu cadı, eğlenen cadı!”
“Cadı mı, yani büyücü mü demek istiyorsun?”
“Evet, evet büyücü.”
Açgözlü bir şekilde saldırdım Yarmola’ya. “Neden bilmeliyim?” diye düşünmüştüm kendi kendime. “Onun ağzının içinden vampirlerin, gömülü hazinelerin olduğu büyücülükle ilgili ilginç bir hikâye alabilir miyim?” diye düşünüyordum.
“Peki, söyle bakalım. Sizin buralarda, Palesye’de var mıdır cadılar?” diye sordum.
“Bilmem ki… Belki de vardır.” dedi Yarmola yine eski vurdumduymaz edasıyla eğilerek sobaya doğru. “Yaşlıların dediklerine göre bir zamanlar varmış böyle şeyler… Belki de doğru değildir söyledikleri…”
Birden hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü Yarmola’nın karakteristik özelliği, konuşmamakta ısrarcı olmasıydı. Bu nedenle bu ilginç konu hakkında, ondan bir şey çıkaramayacağımı anlamıştım. Ancak Yarmola beni şaşırtarak birden konuşmaya başladı alelade bir şekilde. Sanki benimle konuşmuyor, uğuldayan sobayla konuşuyordu:
“Bundan yaklaşık beş yıl önce filan buralarda bir cadı vardı. Ancak köyün gençleri kovdular onu köyden.”
“Nereye kovdular onu gençler?”
“Nereye mi? Tabii ki ormana! Başka nereye olacak? O lanetli fıçısından bir yontuk bile kalmasın diye köydeki ahşap evini de yıkıp darmadağın ettiler. Kendisini de yaka paça edip kovdular.”
“Neden? Ne yapmıştı ki?”
“Çok zarar veriyordu bize. Herkesle kavga ediyordu. Ahşap evinin altına iksir döküyordu. Örme büyüsü yapıyordu… Bir defasında bir gencimizden bir zlot -on beş kapeyk- istemişti. Genç de kendisine şöyle demişti:
‘Param yok benim. Rahat bırak beni.’
‘Peki, tamam.’ demişti o da. ‘Görürsün sen bana para vermemenin ne demek olduğunu…’ Peki, sonra ne oldu dersiniz beyim? O günden itibaren bu gencin çocukları kendilerini hastalıktan alamaz oldular. Sürekli hasta olup duruyorlardı. Sonunda da öldüler. İşte bundan sonra gençler, cadıyı kovdular. Kör olasıca gözleri!”
“Tabii ki! Peki, şimdi nerelerdedir bu cadı?” diye sormaya devam ettim büyük bir merakla.
“Cadı mı?” diye sordu Yarmola o kendine özgü yavaş sesiyle. “Nereden bileyim ben…”
“Peki, köyde ondan geriye hiçbir yakını da mı kalmadı?”
“Hayır, kalmadı. Zaten yabancı birisiydi. Ne vahşi bir kasaptı ne de Çingene’ydi… Köyümüze gelip yerleştiğinde ben henüz küçücük bir oğlandım. Ha, yanında bir de kız vardı. Ya kızıydı ya da torunu. Her ikisini de kovdular.”
“Peki, artık onun yanına gidip gelen yok mu? Mesela fal baktırmak ya da büyü yaptırmak için filan…”
“Kadınlar koşuyorlar yanına.” diyerek küçümseyerek kaçırdı ağzından Yarmola.
“Ya, öyle demek! Demek ki hâlâ meşhur birisi. Peki, nerede yaşıyor tam olarak?”
“Bilmiyorum… Milletin söylediğine göre Bisov Kut taraflarında bir yerde yaşıyormuş. Biliyorsunuz, İrinovski Yolu’nun arkasında kalan şu bataklık. İşte bu bataklıkta ikamet ediyormuş kancık.”
“Cadı benim evden sadece yirmi otuz fit uzaklıkta yaşıyormuş… Üstelik gerçek, canlı bir cadı. Palesye cadısı!” Aklıma gelen bu fikir, birden ilgimi çekti ve heyecanlandırdı beni.
“Bak hele Yarmola!” diye yöneldim ormancıya. “Bununla, bu cadıyla nasıl tanışabilirim sence?”
“Tuu!” diye tükürdü Yarmola kızarak. “Bir bu hayırsever eksikti!”
“İstesen de istemesen de bu cadının yanına gideceğim mutlaka. Şu havalar biraz ısınır ısınmaz gideceğim oraya. Tabii sen de bana yolu göstereceksin, değil mi?”
Bu son sözüm, Yarmola’ya o kadar etki etmişti ki yerinden fırladı.
“Ben mi?” diye haykırdı kızarak. “Hayır, hayır asla! Ne olursa olsun gitmem.”
“Yok canım, saçmalama. Gideceksin.”
“Hayır beyim. Gitmeyeceğim. Neye mal olursa olsun gidemem. Ben oraya gideceğim ha?” diye haykırdı yeni bir şaşkınlığa kapılarak. “Cadının kümesine gideceğim ha? Tanrı canımı alsa bile gitmem. Size de tavsiye etmem hiç beyim.”
“Sen bilirsin… Ben yine de gideceğim. Cadıyı görmek benim için çok ilginç olacaktır.”
“İlginç bir şey yoktur bu işte.” diye homurdandı Yarmola var gücüyle vurup kapatarak sobanın kapağını.
Bir saat sonra çayımızı içtik. Semaveri kapının sundurmasına koyup evine gidecekken kendisine şöyle sordum:
“Şu cadının adı neydi?”
“Manuyliha.” dedi Yarmola kaba ve kasvetli bir ifadeyle.
Yarmola aslında kendi hislerini hiçbir zaman belli etmiyordu. Ancak beni çok sevdiğini biliyordum. Birlikte ava gittiğimiz için seviyordu. Kendisiyle yalın bir şekilde konuştuğum için seviyordu. Onun sürekli aç olan ailesi için kendisine ara sıra yardım ettiğim için seviyordu. Hepsinden de önemlisi