İzlanda Balıkçısı. Pierre Loti
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İzlanda Balıkçısı - Pierre Loti страница 5
Bir aralık akşamında, Paris’ten gelen bir tren onu ve babasını bembeyaz sislerin örttüğü buz gibi bir geceye bırakmıştı. Tam o anda hiç bilmediği bir şeyi hissetmişti. Sadece yazlarını geçirdiği bu kenti tanıyamıyordu. Birdenbire köy denen yerlerden birine sürüklenmiş gibi hissetmişti. Hatıralar vardı… Geçmişin uzak hatıraları… Paris’ten hemen sonra gelen bu sessizlik! Sis yere kadar inmişken, işlerine yetişmeye çalışan bilinmeyen bir şehrin, sakin insan toplulukları… Karanlık, mermerden, rutubetten ve gecenin siyahlığından köhne duran evler, Bretagne’ye dair artık Yann’a âşık olduğundan hayran olduğu her şey, o sabah ona çok perişan görünmüştü.
Erkenci ev kadınları çoktan kapılarını açmışlardı, genç kızsa yanından geçtiği büyük şömineli evler ile yaşlı dede ve başlıkları eskimiş ninelere bakıyordu. Hava aydınlanır aydınlanmaz kiliseye gidip dua etmişti, orta alan ona o anda nasıl da muhteşem ve kocaman görünmüştü! Paris’in, temelleri yüzyıllar önce atılmış kaba ve yıpranmış, kendilerine has kokusunun her yana dolduğu kiliselerinden ne kadar da farklıydı burası! Arkalarda bir yerlerde, bir mum yanıyordu. Önünde dileğini tutmak üzerine bir kadın diz çökmüş duasını ediyor, mumun cılız ışığı her yana yayılıyordu. Tam o anda eskide kaldığını düşündüğü o duyguyu anımsadı. Paimpol kilisesinde ilk ayinlerine giden küçük bir kızken hissettiği acı ve üzüntüydü bu.
Paris birçok eğlenceli ve güzel şeyle dolu olmasına rağmen bu şehri özlemediğine karar verdi. Her şeyden önce damarlarında denizci kanı aktığından kendini orada bir yabancı, yurdundan koparılmış biri gibi hissediyordu. Parisli kadınlar, daracık korselerinin içlerinde saklı ince belleri, göğüslerindeki yapaylaşmış kavisleri, herkesten farklı yürüyüşleri ile tamamen farklılardı. Genç kız ise bu tür şeyleri denemeyecek kadar akıllıydı. Her geçen yıl Paimpol’den sipariş ettiği başlığıyla Paris sokaklarında yürürken kendini daha da rahatsız hissediyordu. Kendisine sürekli dönüp bakan insanların gerçekten de güzelliğinden bunu yaptığını da fark etmiyordu.
Duruşları hoşuna giden bazı Parisli kadınlar dikkatini çekiyordu kızın ama onları da ulaşılmaz sanıyordu. Onunla iletişime geçmeye çalışan diğerlerini ise hor görüyor, kendisine layık bulmuyordu. Çoğunlukla işiyle ilgilenen babası evde olmazdı o da bu sebepten hayatını yapayalnız geçirmişti. Arkadaşı yoktu. Öylesi kimsesiz bir yaşamı da hiç özlemiyordu.
Yine de şehre döndüğü gün farksızdı. Bretagne’nin kışın ortasındaki bu çetin havaları onu pek bir üzmüş ve Paimpol’un içine girmek için bu kavisli topraklarda yapacağı dört, beş saatlik yolculuk ona eziyet gibi gelmişti.
O günün devamında babasıyla beraber her yanı külüstür, rahatsız bir arabada saatlerce yolculuk etmişti. Gece çöktüğünde sisin üzüntülü bir hava verdiği kasabalardan geçmişlerdi. Sonrasında fenerleri yakmaları gerekmişti ama Bengal ateşi gibi iki yandan koşuyor izlenimi veren bu fenerler görüş alanlarını tamamen yok etmişti. “Aralık ayında böylesine yemyeşil bir doğa nasıl olabilirdi?” Önce şaşırdı ama sonra hatırladı, öne doğru uzandı; katırtırnakları. Aynı anda yine aşina olduğu ılık bir deniz rüzgârı esmeye başlamıştı.
Yolun sonunda ise düşünceleri değişmiş ve aklına gelen yeni fikirler onu eğlendirmişti.
“Kış mevsiminde olduğumuza göre, şu çok ünlü, İzlandalı denizcileri görebileceğim.”
Aralık ayında olduklarına göre, her yaz akşam gezintileri sırasında hoş vakit geçirdikleri, arkadaşları, kardeşleri, nişanlıları ve sevgililerini topladıkları bir alana dönmüş olmalıydılar. Duran arabanın içerisinde ayaklarına dolan soğuk onu dondururken bu düşünce ile oyalanmaya çalıştı.
Gerçekten de onları görmüş ve sonunda birine âşık olmuştu.
Geldikten bir gün sonra, ayinin hemen ardından üzerlerine bol kokulu çobanpüskülleri, kış çiçekleri ve yaprakların serili olduğu gerilmiş çarşaflar hâlâ sokakta duruyordu. Yann’ı ilk kez 8 Aralık’ta, yani balıkçıların koruyucu günü olan Notre Dame de Bonne Nouvelle gününde görmüştü.
Gökyüzünün hüznünün altında gerçekleşen bu tören, aşırı ve ilkel bir mutluluğu barındırıyordu. Diğer her yerden daha yoğun hissedilen ölümün tehdidi altında, fiziksel güç ve alkolle harmanlanmış neşesiz bir mutluluk hâkimdi her yana.
Paimpol’e yayılmış büyük gürültü başlıca rahiplerden ve çanlardan geliyordu. Meyhanelerden de kabaca ve tekdüze ilerleyen şarkılar yükseliyordu. Mürettebatı havalandırmaya çalışan şarkılar duyuluyordu. Denizin en dibinden, belki de başka bir zamandan gelmiş zamansız yakarışlardı bunlar. Açık denizde mecburi yaptıkları orucun ardından denizciler kadınlara daha bir iştahla bakıyordu. Hepsi kol kola girmiş, zil zurna sarhoş olmuş, yalpalayarak ilerliyorlardı.
Beyazlarla bezenmiş bakirelerin başlıkları, dolgun göğüsleri, tüm yazı yanarak geçirmiş istekli gözleri ile kızlar da çevrede geziniyordu.
Dünyaya kapılarını kapatmış, batının rüzgârları, savurup denize attıkları, yağmurları karşısında yüzyıllardır süren mücadeleleri anlatan çatıların, eski aşk ve kahramanlık hikâyelerini anlatan sıcacık, köhnemiş evler vardı.
Eskilerin bolca saygı duyduğu ibadet şekilleri, sembolleri, bembeyaz giyinmiş bakire Meryem Ana tasviri üzerinden gözleniyor; hepsinin üzerinde hüküm süren dindarlık ve geçmişten kalan izler hissediliyordu.
Meyhanenin hemen yanı başında basamaklarına yapraklar serilmiş, her yandan duyulan buhar kokusu ve kutsal kubbelerden sarkan denizcilere adanmış adakların kapılarını açtığı kuytu bir mağaraya benzeyen kilise… Âşık kızların hemen yanından, yaşamı hissettiren bu gürültüyü yarıp geçen uzun matem şalları ve sade başlıklarıyla boğulmuş denizcilerin dul eşleri, denizde kaybolmuş adamların nişanlıları kafaları önde ve sessizce geçiyordu. Bu olayların hemen yanında hepsinin sebebi deniz, dalga sesleriyle kutlamalara katılıyordu…
Her şeyin bu kadar birbirinin içine geçmiş olması, Gaud’un kafasını allak bullak ediyordu. Tekrardan bu ülkenin, bu toplumun bir parçası olacağı için heyecanlansa da içten içe yüreği sıkışıyordu. Oyunların oynandığı, cambazların dolandığı ana meydanda, kendisinin çevresinden geçmekte olan Paimpollü ve Plouzbazlanecli delikanlıların isimlerini heyecanla saymakta olan bir sürü kız vardı. Bir alanda da ağıt yakanlar ve hemen önlerinde bir grup İzlandalı vardı. Aralarından biri, geniş omuzlu, devasa uzun ve büyük görünen biri çekmişti dikkatini, biraz da alaycı bir ifadeyle “Ne kadar da uzun boylu biri!” demişti içinden.
Lafının altındaki gizli ima şunu söyler gibiydi: “Bu cüssede biriyle evlenecek kadının evdeki hâli zor!”
Adam ise sanki onu duymuş gibi arkasını dönmüş ve “Paimpollülere özgü başlığı takmasına rağmen daha önce hiç görmediğim bu kız da kim?” der gibi onu süzmüştü.
Ardından sadece kibarlık olsun diye gözlerini kaçırmış, sadece ensesine dökülen siyah saçları görünecek şekilde sırtını dönmüş ve ağıt yakanlarla ilgileniyormuş