Kayıp Kuşlar Sahili. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kayıp Kuşlar Sahili - Emin Göncüoğlu страница 5
Askılı bluzlu, kısa şortlu, alımlı güzel bir kız az önce salınarak ve güzelliğinin, gençliğinin tadını çıkararak yürüyüp geldi. Yolun kenarında, sabah rüzgârında uçuşan sarı saçlarına aldırmadan, kibarca arabaların geçişini kontrol ettikten sonra, son derece çekici hareketlerle gözden kayboldu.
Beni kasabaya götürecek otobüs hızla gelen araçların gerisinde belirince, üstümdeki miskinlik kaybolur gibi oldu. Yolun kenarına iyice yaklaştım ve önümde duran açık kapıdan kendimi içeri attım. Boş bir yer bulup oturdum. Biraz yola baktıktan sonra uyumuşum. Kasabaya yakın bir durakta otobüs yolcu indirirken uyandım. Hep yaptığım gibi ceplerimi kontrol ettim yere bir şey düşürmüş müyüm, diye. Hepsi yerli yerindeydi.
Güneş enerjili, çanak antenli, üst üste yığılmış çirkin yapıları geçmeye başladık bir bir. Hayli kalabalıklaşan yoldaki trafik telaşını seyrettim. Etraftaki sevimsiz yapıların duvarlarına ve pencere camlarına vuran güneş ışıkları insanın gözlerini alıyordu.
Akaryakıt istasyonlarını, lüks otelleri, mobilya mağazalarını, market ve lokantaları peş peşe geçtik. Boğaziçi Üniversitesinin şöhretinden yararlanmak için adını Boğaziçi koyan dershanenin önündeki durakta indim. Oradan sahile doğru yürüdüm. Belki bir çay bahçesinde oturup bir kahve içer biraz dinlenirdim.
Ara yollardan dolaşarak küçük pastane, bakkal, internet kafe, manav, kundura tamircisi, kırtasiye, berber gibi iş yerlerinin önünden geçerek sahile ulaştım. Mavi deniz bütün haşmetiyle karşımda duruyordu.
Önümdeki büyük ikili yolu atlayarak, yemyeşil çimenliklerin içinde boy veren ağaçların altından, sevimli süs havuzlarının yanından geçtim. Bir süre büyük bir kauçuk ağacının geniş koyu gölgesinde soluklanırken, ufuk çizgisinde hareketsizmiş gibi duran dev bir yük gemisini, daha berilerde salınan balıkçı teknelerini seyrettim.
Ellerini birbirinin beline, dolamış genç âşıkların, yabancı turistlerin, yürüyüş yapanların bisiklete binenlerin, başıboş gezen işsiz ve emeklilerin yanından geçerek denizin tam kenarına geldim.
Rüzgârların kabarttığı hırçın dalgaların büyük bir gürültüyle çarptığı iri kayalardan gelen sesler insanı oldukça ürkütüyordu. Karşıma çıkan ilk çay bahçesinde biraz dinlenip bir kahve molası verdikten sonra tekrar yollara düştüm. Her zaman gittiğim sağlık ocağında ilaçlarımı yazdırıp karşısındaki eczaneden aldım.
Reha’nın ne diyeceğini bilmediğim için henüz onu aramaya cesaret edemiyordum. Yaya yollarından geçerken hızla üstüme gelen araçlara sinirlendim. Kurallara uymadıktan sonra lüks araçlara binmenin bir değeri var mıydı ki?
Uygarlık bir anlamda kurallara uymak değil midir?
Sıcaktan, nemden bunalmış, boğazım kurumuştu. Karşıma çıkan küçük bir pastaneye girip soğuk bir limonata söyledim. İçerisini büyük göstersin diye küçük dükkânın bir duvarını boydan boya aynayla döşemişlerdi. Limonatamı beklerken, aynada sararmış, solmuş, yer yer kırışmış yüzümü görünce bu ben miyim, diye bir tuhaf oldum.
Biz şununla bununla uğraşırken zaman su misali akıp gitmişti. Gençlik başlı başına bir güzellik; yaşlılıksa mutsuzluklar, hastalıklar durağı… Neden bir trajedi ile biter ki insanın hayatı?
Reha’nın numarasını iki defadır yanlış arıyorum. Aynada aniden yüzleştiğim yaşlı, yorgun, zavallı görüntüm zaten pek de berrak olmayan zihnimi karıştırmıştı.
Reha uzun bir beklemeden ve ısrarımdan sonra açtı telefonu. Çok meşgul olduğunu beni akşam arayacağını söyledi.
“Geliyorum diyorsun sonra da fikir değiştiriyorsun.” diye sitem ettim. Fakat o duymazlıktan geldi.
“Tamam, ben seni ararım.” dedi ve telefon kapandı.
Yüzüme şiddetli bir yumruk yemişim gibi sarsılmıştım. Reha’nın sesi o kadar kuru ve duygusuzdu ki bu içimden bir şeylerin kopmasına yol açmış, beni yormuştu. Bir süre öylece kalakalmıştım karşımdaki aynanın içinde. Kendimden, zihnimdeki kötü ve çirkin düşüncelerden kaçıp kurtulmak ister gibi bir duygu içindeyim. Bir ses, o sesin tınısı, küçük bir davranış insanı nasıl olup da içinden çıkılması mümkün olmayan bir kuyuya savurabiliyordu daha iyi anlıyordum.
Ben, Reha’nın bana az şey söyleyerek, ruhumda çok şeye yol açtığı fırtınayla boğuşurken, dışarıda taşıtlar ve insanlar bitmek bilmez bir enerji ile hareket hâlindeydiler.
Küçük pastaneden dışarı çıktığımda etrafımdaki her şeye yabancıymışım gibi bakıyordum. Karşıdan gelen ve yürümekte zorluk çeken beli iki büklüm olmuş, her tarafı titreyen, yüzü kırış kırış, elindeki bastona güçlükle dayanan yaşlı kadını görünce, hayatın hepimize karşı çok acımasız olduğunu düşündüm.
Gücümün büyük bir bölümü toprağa karışıp yok olmuştu sanki. Bu hâlde elektrik ve su parasını yatırdım. Esma’nın istediklerini aldım ve yazlığa döndüm.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Ev sessizdi ve kimse yoktu. Balkona çıktım ve Esma’nın eve dönmesini bekledim.
Deniz kalabalıktı. Bahçede gözlerim Esma’yı aradı fakat yoktu. Bu sıcakta şezlonglarda bronzlaşmak için çabalayan, gençlere, kadınlara, erkeklere, masalarda okey, tavla oynayan veya konuşan insanlara baktım. Ankara’yı özlediğimi fark ettim. Ne gariptir ki oradayken de bütün bir kış boyu buranın hayali ile yaşıyordum. Gözlerim etrafta isteksizce gezerken telefonda arayan bir arkadaşla gönülsüzce çene çaldım. Telefonda konuştuklarımın hiçbirini hatırlamıyordum. Güneş denizin üstünde parlak ışıkları ile oyun oynarken ne yazık ben buna eşlik etmekten çok ötelerdeydim.
Esma yukarı çıkıp börek götürdüğü boş cam tepsiyle içeri girerken, ben salonda oturmuş, televizyondan dün Ankara’da patlayan bomba ile ilgili haberlerin detaylarını tekrar tekrar izliyordum. Esma göz ucuyla bana bakarak mutfağa geçti.
Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Meclis Başkanı’nın, Genel Kurmay Başkanı’nın olaydan duydukları üzüntüleri, terörle kararlılıkla mücadele azmi içinde olunacağı, Ulu Önder Atatürk’ün kurduğu, çağdaş, laik, demokratik cumhuriyetin ilelebet yaşayacağı, memleketimizin bölünmez bütünlüğüne zarar vermek isteyen alçakların yaptıklarının hesabının mutlaka sorulacağını, içte ve dışta bunlara yardım ve yataklık edenlerin en ağır ceza ile cezalandırılacağı gibi yıllardır dinlemekten usandığımız beylik sözler söyleniyordu televizyonda! Sorunlarımızı çözmekte yeteri kadar becerikli değildik sanırım!
Ağlayan ölü ve yaralı yakınları, etrafa savrulmuş ve üstü gazete parçaları ile örtülü insan bedenleri, yanmış, parçalanmış otomobiller, sağa sola koşan insanlar, polisler, yaralı taşıyan ambulanslar, iş yerlerinin havaya uçmuş vitrinleri, yanmış eşyaları, yıkılmış duvarlar, pencereler, cam kırıkları bir savaş sahnesinden beterdi ve seyredilecek gibi değildi.
Bu yorgun, hırpalanmış ülkeye bahar gelir mi acaba? Ben bunu ölmeden önce