Kayıp Kuşlar Sahili. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kayıp Kuşlar Sahili - Emin Göncüoğlu страница 8
BEŞİNCİ BÖLÜM
Dün babam aradığında bir şey diyemedim. Ne deseydim? Karımdan ayrılmak üzereyim, onun için mi gelemiyoruz deseydim. O anda tansiyonu fırlar, bir tarafına bir şey olurdu… Evde yalnız başıma kendi kendimle konuşup, Naşide’nin hayali ile kavga ederken aklıma gelmedi doğrusu telefon açmak. Sonra bir kadeh, iki kadeh, üç kadeh derken sızıp uyumuşum… Uyandığımda sabah olmuştu ve zor yetiştim işe…
Naşide üç gün önceki şiddetli tartışmamızdan sonra götürebileceklerini bir valize doldurup ayrıldı evden; keşke birlikte yaşadıklarımızı da götürebilseydi. Ailesinin yanına gitti. Bazen ev telefonundan yakın arkadaşları arıyor ne diyeceğimi bilemiyorum.
Yine yanlış yaptım. Bir türlü işe yoğunlaşamıyorum ki. Bu defaki gidişi daha öncekilere benzemiyordu. Zavallı annem tatilimizi geçirmemiz için bizi hâlâ yanlarına bekliyorlar, hiçbir şeyden habersiz.
İçerisinin havası çalışan klimalara rağmen sıcak ve boğucu… Yoksa öyle değil de ben mi daralıyorum? Boğazımı sıktığını zannettiğim kravatımı biraz gevşettim. Terlediğimi düşünerek elimin tersiyle alnımı sildim.
“Reha kardeşim ne öyle hindi gibi düşünüyorsun?”
Nazım’ın sesiyle dipsiz bir kuyudan dışarı çıkar gibi oldum. Uykudan yeni uyanmış biri gibi sersemdim. Çalıştığım bölüm çok uluslu, büyük, bilgisayar şirketinin Mecidiyeköy’deki genel müdürlük binasının beşinci katıydı.
Nazım hazırlanmış dışarı çıkmak için sabırsızlanıyordu. Ellerini masama dayamış benden bir tepki bekliyordu.
“Hindi gibi düşünür mü görünüyorum oradan?” dedim.
O, onun söyledikleri ile ilgisi olmayan, içimdeki gerilimin yansıdığı yüzümdeki sert ifadeye bakarken, sözlerinden alınmış olabileceğimi düşünmüş olmalı ki,
“Lafın gelişi söyledim yahu! Bu ne dalgınlık onu demek istemiştim. Hadi hadi uzun etme de seni bekliyorum kalk gidelim.”
“Sen git benim daha yapacak işim var.” dedim aksi bir tavırla. İçimi saran karaltılar azalmıyor, artıyordu.
Nazım her zamanki olgunluğu ve yumuşaklığı ile,
“Koca şirketin işini sen mi bitireceksin hı? Gün boyu boğuştuğumuz yetmedi mi? Bu gece bizim hanım da yok, bir arkadaşının doğum gününe gidecek istersen bir yerlere takılalım ne dersin?” dedi.
Nazım’ın kırmızı yanaklarına, ışıl ışıl parlayan canlı siyah gözlerine baktım. Otuz yaşındaki bir adamdan çok, küçük, sevimli bir afacan çocuğa benziyordu.
“Hiç keyfim yok!” dedim.
“Neden?”
“Bilmem, işte!”
Nazım bütün gün çalışmasına rağmen yine de ışıl ışıl parlayan gözlerini merakla gözlerime dikerek,
“Nasıl yani?” dedi.
“Boş ver!” dedim durdum. Fakat onun, hiçbir şey içermeyen bu cevabımdan tatmin olmadığı belliydi. Sonra,
“Huzursuzum!” diye ekledim.
“Meraklandım bak şimdi. Önemli bir sorun yoktur umarım!”
“Ben de bilmiyorum ki karmakarışık işte…”
“Mesai bitti bırak işi çıkalım, dertleşiriz biraz!”
“Benden sıkılırsın.”
“Bırak bu boş sözleri, gidip oturalım bir yerlere ağırlıklarımızı sohbet edip atalım, iyi gelir. Evi ara istersen!”
“Gerek yok, ev de yok zaten.” dedim.
Naşide’nin adını söylemeyişim Nazım’ın gözünden kaçmamıştı. Fakat belki de yeri olmadığı için üzerinde durmamış, öyle görünmüştü.
“Uzun etme de çıkalım bir an önce. Nereye gidiyoruz?”
“Nereye istersen.”
“Bana bırakma ne olursun. Tamam tamam gerilme, rahat ol biraz. Nevizade mi Pasaj’a mı?’’
“Sen bilirsin dedim ya!”
“Pasaj’a… Bitti!”
Masamı toparladıktan sonra Nazım’la birlikte aşağı inip dışarı çıktık.
Akşam henüz şehrin üstüne çöküyordu ve her taraftan insan seli akıyordu.
Nazım’a yalan değil doğruyu söylemiştim. Naşide üç gün önceki kavgadan sonra annesine telefon açtı, evde misin, diye babası da gelip götürdü onu.
Akşam rüzgârlarıyla çınar ağaçlarının dallarından her yana savrulan pamukçuklar havada uçuşup duruyorlardı. Gömleğimin yaka düğmesini açarak, kravatımı iyice gevşeterek yürüyordum Nazım’ın yanında.
Kaldırımlar, yol kenarları, gün yorgunu, evlerine gitmenin telaşına düşmüş insanlarla doluydu. Nazım’la yürürken doğru düzgün bir şeyler konuşmak bir yana kalabalıktan dolayı yan yana yürümekte bile zorluk çekiyorduk.
Dün akşam ararım dememe rağmen babamı arayamayışım iyi olmadı. Bir ara onlar ben aramayınca ararlar diye düşündümse de onlar da oralı olmadılar…
Zihnimin içindeki kargaşayla dış dünya arasındaki bağ, çoğunlukla kopuyor, kendi iç âlemime dalıyordum. Bu durumdan kısa bir an için bile olsa çıkmamaya yanımdan geçen bir aracın korna sesi, ya da Nazım’ın kolumu yumuşakça sıktıktan sonra tam olarak ne anlattığını dinlemediğim sözleri sebep oluyordu.
Bir ara Nazım’ın,
“İnanılır şey değil, bir boş taksi geçmedi hepsi dolu!” dediğini duydum ve dönüp ona baktım. Fakat sesimi çıkarmadım ve yanında sessizce yürümeye devam ettim.
Kaldırımda yürüdüğümüz caddenin bağlandığı çok daha büyük bir caddeye çıkınca,
“Karşıya geçelim.” dedi Nazım. Sesi gergin geliyordu.
Kalabalığın arasında acıkanlara simit satma telaşındaki simitçinin hızlı hareketlerine bakarken,
“Otobüs durağına mı?” dedim, düşüncelerini okumaya çalışırken.
“Evet, İstanbul’un hâli bu işte. Akşam olunca git bakalım bir yerden bir yere gidebilirsen!” dedi başkalarından da yüzlerce, binlerce kez duyduğu bu alışılmış sözleri söylemenin rahatlığını severek.
Peş