Kayıp Kuşlar Sahili. Emin Göncüoğlu
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kayıp Kuşlar Sahili - Emin Göncüoğlu страница 7
Önce seyrek yağan yağmur şimdi iri damlalar hâlinde düşmeye başlamıştı. Gökyüzünün gürültüsü pencerelerin camlarını, çerçevelerini parçalayacakmış gibi vahşice gürlüyordu. Denizdeki motorlar kâğıttan kayıklar gibi oradan oraya savrulurken bir görünüyor bir kayboluyordu.
Denizin üstündeki boğucu karaltı her tarafı sarmış, insanlar panik içinde evlerine çekilmişlerdi. Sadece site görevlileri ve onlara yardım eden gayretli bazı insanlar oradan oraya koşuyor ve uçması muhtemel olan şeyleri sağlama almaya çalışıyorlardı.
Neredeyse önümüzdeki bahçeye düştüğünü zannettiğim yıldırımın çıkardığı ses kulaklarımızın zarını yırtacak kadar acımasızdı.
Esma korkuyla bana yaklaştı ve elimi tuttu. Titriyordu, belki ben de titriyordum. Küçük bir kıyamet kopmuş gibi her yer tüyler ürpertecek kadar sarsıcı görünüyordu.
Zeytinli Koy, o zümrüt yeşili görünümüyle bakmaya doyamadığım Zeytinli Koy, kendisini çirkin ağzına doğru çeken korkunç bir kâbusun oluşturduğu anaforun içinde kaybolmuştu.
On, on beş dakika önceki dünya bu seyrettiğim dünya mıydı, diye hayretler içindeydim. Tabiatın hiç güvenilmez bir yer olduğunu bütün bu gördüklerimden sonra çok daha iyi anlıyordum. Seyrettiğim, üstünde yaşadığı hiçbir canlıya en ufak merhamet göstermeyen, vahşi ve acımasız bir canavardı şimdi.
Elektrikler bizim evde olduğu gibi her yanda kesiliverdi. Esma’ya yerinde durmasını söyleyerek, yatak odasının bitişiğindeki küçük odadaki dolabın içinden ışıldağı bulup açtım. Kulaklarımda öfkeyle uğuldayan rüzgârın sesi ve arada bir sağımızda solumuzda patlayan yıldırımların şiddetli gürültüsü vardı.
Yağmur o kadar hızlı yağıyordu ki, sanki bütün yapıları içindeki insanlarla beraber önüne katıp denize doğru sürükleyecekti.
Esma cılız yanan ışıldağın hafifçe aydınlattığı salonun karaltısında sinmiş, küçülmüş, gidip televizyonun karşısındaki üçlü koltuğa kıvrılmıştı.
Elimdeki ışıldağı konsolun üstündeki telefonumun yanına bırakıp gidip camdan tekrar doğanın her şeyi birbirine kattığı çılgın ve simsiyah öfkesine baktım. Onun gücü karşısında o kadar çaresiz ve güçsüzdük ki!
Denizin kabaran beyaz köpüklü dalgaları çıldırmış, kudurmuş gibi üstümüze üstümüze geliyorlardı. Arada bir yıldırımlardan veya şimşeklerden çıkan parlak ışıklar, çok ürkütücü ve çok çirkin olan tabiatın çehresini bir an bize gösteriyor sonra her şey uğultulu, uğursuz bir karanlığın içinde kayboluyordu.
Bu çılgın, uğursuz ve ürkütücü gösterinin biteceği yok gibiydi. Zaman geçtikçe dışarıdaki kargaşa daha da azgınlaşıp artıyordu.
Esma’nın ürkek sesiyle düşüncelerimden sıyrılıp ona baktım.
“Asım ne oluyor? Dünya’nın sonu mu geliyor?” dedi.
Bir an ne diyeceğimi bilemediğim için gidip yanına oturdum, elini tuttum. Usulca bana sokuldu ve başını göğsüme dayadı. Her zaman kullandığı şampuanın kokusunu iyi tanıyordum artık. Fakat onunla karışık börek kokusu da sinmişti saçlarına. Titriyordu. Yüzünü okşayarak sakinleştirmeye çalıştım.
Aramızda şefkat ve duygu yüklü sıcak yakınlaşma uzun zaman önce kaybettiğimiz bir şeydi. Ve bu duruma yol açan, dışarıda olanların bizi yaşamın kıyısına getirdiğini zannettiğimiz korkunun yarattığı duyguydu. Buna sevinmeli miydik, doğrusu bilemiyordum.
Hiddetle ve hızla yağan yağmur pencere camlarında takırdamaya devam ediyordu. Çok yakınlarda bir yerlere dehşet verici bir gürültüyle düşen yıldırımın kuvvetli ışıkları oturduğumuz salonun içini parlattı ve kayboldu. Esma,
“Asım bu felaket ne zaman bitecek?” dedi inler gibi.
“Bilemiyorum. Böylesini daha önce hiç görmemiştim!”
Esma ile daha önce konuştuğumuz ne varsa hepsini bir anda unutuvermiştik. İçinde bulunduğumuz bu kaos anının bitmesinden başka bir şey düşünemiyorduk. Esma çakan her şimşekte, düşen her yıldırımda ürkek küçük bir kız çocuğu gibi göğsümde titremeye devam etti. Sonra,
“Yaptıklarımızdan ötürü Allah bizi cezalandırıyor herhâlde!” dedi ve ardından da,
“Ya Rabb’im sen bizi koru.’’ diye ekledi.
“Bence tabiata kötü davrandığımızdan oluyor bütün bunlar!” dedim. Esma bu söylediklerimi beğenmemiş olmalı ki her zamanki tanıdığım sesiyle,
“Aman canım bizim ne suçumuz var sanki?” dedi ve azıcık benden uzaklaşsa da tümden kopmadı.
Birkaç saniyeliğine elektrikler gelip gidince sevindik fakat sonra tekrar karanlığa gömüldük.
Karşıda konsolun köşesinde yanan ışıldağın ışığı gittikçe zayıflıyordu.
“Üşüdüm!” dedi Esma.
“Sana dolaptan battaniye getireyim.” dedim.
“Yok yok istemem, sen beni yatak odasına götür uyuyabilirsem uyumak istiyorum!” dedi ve uzaklaştı benden.
İkimizde kalkmıştık oturduğumuz yerden. Ben ışıldağa doğru giderken o yavaş adımlarla koridora doğru süzüldü. Elimdeki ışıldağın zayıf ışığında, önümde, ince koridorda o yatak odasına doğru ilerlerken arkadan, her iki yana düşmüş omuzlarına ve zavallı hâline bakınca içim acıdı.
Ben yatak odasının kapısında dikilip dururken o yan taraftaki geniş elbise dolabının alt tarafından çıkardığı battaniyeyi üzerine örtüp yatağın içine gömüldü ve,
“Reha ararsa bana haber ver!” diye seslenmeyi ihmal etmedi. Elimdeki ışıldağı yere bıraktım hem Esma’nın yattığı odaya hem salona vursun diye.
Reha arar diye bekleyecektim. Arar mıydı acaba? Belli belirsiz ışıkta salona döndüm. Beni güçlü bir mıknatıs gibi kendine doğru çeken pencerenin yanına gittim. Ürkütücü karanlığın içinde kabaran dalgaların beyaz köpüklerine, arada bir çakan şimşek ışıkları ile yarılan boğum boğum, düğüm düğüm dolanan gökyüzünün karanlık korkunç derinliklerine baktım.
Tabiatın her zaman görmeye alışık olmadığımız bu zalim çehresi karşısında ürperiyor ve emniyette olmadığımız hissine kapılıyordum.
Şimdi dışarıda belli belirsiz gördüğüm, sahildeki birkaç yüksek çam ağacının dallarının kırıldığı ve bazı motorların yan yatarak sahile vurmasıydı.
Arkamdan çok zayıfça süzülen ışıldağın ışıklarının silikçe parlattığı camda