Sahan Külbastısı. Мемдух Шевкет Эсендал
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sahan Külbastısı - Мемдух Шевкет Эсендал страница 6
Besim Bey’i bir buçuk saat kadar dinledim. Meğer onun binlerce maceraları varmış meğer bu Kadıköy’ün, Kalamış’ın, Fener’in, Kuşdili’nin güzel hanımları hep bu Besim Bey için Çayır’a veya balkona çıkıyorlar, buna inat için birtakım gençlere iltifat ediyorlar, bunun yüzünden intihar ve buna rağmen kocaya varıyorlar imiş!
Saştım.
AVRUPA
Bir gün yine birkaç genç, bir evde toplanmışlar, kadından, musikiden, şundan bundan bahsediyorlar ve bir sene evvel Avrupa’da tahsilden dönen Kazasker Nimetullah Efendi hafidi20 Münir Bey’in sabrını tüketiyorlardı. Korkuyordu ki yine söze karışıp Avrupa’dan bahsedecek olsa hepsi birden bağıracaklar ve diyeceklerdi ki, “Yok Münir! Avrupa kâfi! Bir senedir bıktık, usandık; kardeş, bırak da biraz rahat konuşalım!” Ve böyle de diyorlardı. Ancak insafları da yok; öyle şeylerden bahsediyorlardı ki susup oturmaya imkân yoktu. Fatih’te, Taş Tekneler’de, sabık21 Divanıhümayun Teşrifatçısı Mansur Bey’in konağında, kadından, musikiden, tiyatrodan bahsolunur mu? Karşıdaki mezarlığın koca kavuklu taşları bile adama gülerler. Dayanamadı, dedi ki:
“Monşer, ben Avrupa deyince hepiniz birden kızıp haykırıyorsunuz ve benimle alay ediyorsunuz; fakat sonra yine oturup öyle şeylerden bahsediyorsunuz ki Avrupa’da birkaç sene oturmuş değil a, bir kıyıcığından gelip geçmiş bir adamın bile sabır ve tahammül etmesine imkân yoktur. Hani ben de Avrupa’dan çok bahsediyorum, onun farkındayım lakin siz de öyle şeylerden dem vuruyorsunuz ki benim Avrupa onların yanında sıfır kalıyor. Eğer benim Avrupa’dan bahsedişimi istemez iseniz, siz de bunlardan bahsetmeyiniz, iftarlık Kayseri pastırmasından bahsediniz, benim de hiç, ne aklıma Avrupa gelir ne de bahsederim. Siz, oturup da musiki, tiyatro, sanatkâr dedikçe benim gözümde de hep gördüklerim, yaşadıklarım canlanıyor. O tiyatroları tekrar görüyorum. O musikiyi tekrar işitiyorum, o hayatı baştan başa tekrar yaşıyorum; hicran, yumruk gibi gelip boğazıma tıkanıyor. Babamın bana Adapazarı’ndan bir Çerkez kızı almaya uğraştığını düşünüyorum da taşıp dökülmemek, mümkün değil. Hem düşün, Monşer! Ben Paris gibi, Berlin gibi, Londra gibi büyükşehirlerde yaşadım. Fransa’nın ikinci derecede hatta belki de üçüncü derecede şehirlerinde bulundum. Bak anlatayım: Akşam olur, temiz bir tıraş, mum gibi yanan yakalığı, gömleği giyer, smokini arkanıza takar, yeni ütülü pantolonu, parlak ayakkabıları ayağınıza geçirir, şapkanızı, paltonuzu alır, çıkarsınız. Vakit varsa, hava güzelse yayan, olmazsa bir arabaya atlar, tiyatroya damlarsınız. Tiyatroda paltoyu, şapkayı alan hizmetçi yok mu, vallahi İstanbul halkının yüzde doksanından daha temiz giyinmiştir! Bir salona dâhil olursunuz, her köşede, her münasip yerde boy aynaları konulmuştur; insan meğer pek çirkin, pek iğrenç bir şey olmalıdır ki kendini bu aynada görüp de beğenmesin. Kendinize bir bakarsınız: Saçlarınız parlak, dümdüz, iki tarafa yatmış, sakal, bıyık yok. Çehrede bir taravet. Sonra, zarf ve mazrufun bir ahengi var ki insanı, kendi kendine sevdirir. Gider, yerinize oturursunuz. Etrafta bir hayat, bir güzellik, bir koku… Hele civarınıza bir güzel hanım tesadüf etmişse!.. Lakin ne kadar çirkin olsa kendini oraya yakıştırmaya çalışmış olduğunu görürsünüz. Muzıka başlar, perde kalkar. Hıncahınç dolu koca bir tiyatroda çıt yok. Faraza, bir opera oynanıyor, enfes bir hanım okuyor. Sanatkârda o dikkati, oyuna o riayeti görmeli. Nasıl çalışıyor! Hayret! Muhtelif musiki aletleriyle sanatkârlar arasında, musiki taksim edilmiş, intizam ve mükemmeliyeti canlı bir nokta. Fakat bu kadar güzelliğe, bu kadar gayret ve himmete rağmen halk beğenmemiş; tenkit ediyorlar, bir ufak nokta hoşa gitmemiş. Perde iner, herkes yerinden kalkar gibi olur, siz de localardan birinde tanıdığınız bir aileye tesadüf edersiniz. Hemen gider, selamlar, hulus çakarsınız.Terbiyeli, haddini bilir bir adamı nasıl zarafetle kabul eder nasıl yanlarında alıkoyar sonra izin vermeyi nasıl bilirler. Hem bunlar öyle kibar ve zengin ailelerden değil, orta hâlliler arasında bile, adi bir şey olmuştur. Kadınlar, meşrebinizi, yaşayışınızı derhâl sezerler ve size iltifat için öyle bir söz söylerler ki bunu ancak sizi taltif için söylediklerini bilseniz bile, memnun kalmamak kabil değildir. Herhangi bir şeyde mutedilane22 hareket edebildiniz mi, görürsünüz ki ona derhâl dikkat etmişler ve size ondan dolayı bir rütbe vermişlerdir. Faraza, biz orada talebeydik. Bir talebe çok tiyatroya gidemez. Bunun bir itidal tarafını buldunuz mu, anlarsınız ki tiyatroya gitmek zamanını bulmaktaki kemaliniz takdir olunmuş!
Olur a, arada oynayan hanımlardan birine de gönlünüzden bir teveccühünüz olur. Bir de bakarsın, bir arkadaşı zuhur eder ve zaman olur ki insanın sırrı münkeşif23 olur. Arkadaşınız da kulis tarafına süzülmenin yollarını öğrenmişlerdendir. Bizi götürür, takdim ederler! Görürsünüz ki bir oyuncu hanım arkasında, kemaline ve güzelliğine göre üç-beş ahbabı vardır; terbiyeli, zarif adamlar hele o sanatkâr hanımlar insanı öyle tanır ki… Sizi de ahbapları zümresine ithal için hemen bir ufak iltifat savurur. Ve ekseriya pek yerinde de bir söz söyler. Bizde biri böyle bir söze hedef olsa yapacak şeyi evvela ‘Karının bana gönlü var.’ hükmünü verip ve kafayı tutup ertesi akşam balta olmaktır. Bazen oralarda da böyle sergüzeştler olmaz değil ancak pek nadir şeyler. Herkes o hayat içinde yaşayacak, o hayatı idame ettirebilecek nezaketi iktisap etmiştir. Nizamsızlık, müsademe pek nadir hâlâtta24 olur! Bizde değil kadın hususunda azizim, Tünel’den bilet alırken bile kimse nöbete razı olmaz.
Tiyatrodan çıkarken sizi bir akşam kahvaltısına davet ederler. Yahut siz davet edersiniz. Hele biraz teklifsiz bir aile ile ahbap olmuş iseniz bu ‘supe’ler25 pek latif olur; ya bir temiz lokantaya gidersiniz yahut sokaktan ufak tefek soğuk şeyler alıp eve! Temiz bir sofra kurulur. Yemekler, içmekler sıralanır; dostane latifeler, sohbetler, bir samimiyet. İnsan yaşadığını hisseder. Sonra evli evine köylü köyüne.
Ertesi gün de pazardır, öğleye kadar tembellik edersiniz. Görürsünüz ki öğleden sonra, mektep arkadaşlarınızdan biri uğramış; kalkar, bir bahçeye, bir mesireye gidersiniz, tatlı tatlı konuşursunuz; daha ertesi gün de mektebe!
Mektep de mektep. O talebeyi de bir görmeli! Bizim, Tavukpazarı hanlarını, Gedikpaşa’da Rum evlerindeki pansiyonları, Aptullah Çavuş’un Kıraathanesi’ni, sonra ders namına okutulan şeyleri düşündükçe insan kahrından ölür, azizim! Avrupa’da her hoca, evvela okutacağı şey hakkında bir noktainazara sahip olmuştur! Okuturken görürsünüz ki her ne söylerse onları bir görüş üzerinde topluyor.
Ders, mevzubahis ilmin, bir noktainazara göre tavzifini göstermekten ibaret. Bizce henüz düşünülmemiş şeyler, orada ise tasnif olunmuş, yerli yerine konulmuş! Sonra, o muallimleri görmeli, o talebeyi görmeli, o derse hürmeti ve o vakarı görmeli! Bana, ilk gittiğim zaman bazı sualler soruyorlardı. Ben işin farkında değilim, atıyordum; sonra anladım ki sözlerini ilmin muayyen mikyaslarına vuruyorlar, yalan söylediğim, bizim memleket hakkında hiçbir şey bilmediğim zahir oluyormuş.”
Sabri Bey isminde bir genç sözü keserek dedi ki:
“Benim adım Sabri ancak ziyade sabredemeyeceğim. Azizim Münir Bey, söylediklerin hep doğru, güzel. Fakat ne yapalım, biz böyleyiz! Ben sizin fikirlerinizi anlamıyorum ki. Avrupalılar
20
Hafit: Erkek torun.
21
Sabık: Geçen, önceki.
22
Mutedilane: Orta hâllice, ne çok hızlı ne de çok yavaş olmadan.
23
Münkeşif: Açığa çıkmış.
24
Hâlât: Hâller.
25
Supe: Akşam yemeği.