PANDEMİ. Seher Tanidik
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу PANDEMİ - Seher Tanidik страница 6
Kısa ve açıktı Nermin’in yazdıkları. Anlaşılmayacak bir şey yoktu. Defne’yi istiyordu. İstediği hepsi için zor olacaktı ama Nermin kararını çoktan vermiş görünüyordu. Deniz de ona olan sonsuz güveni sayesinde bu kararın arkasında olmalıydı. Kötü de olsa rayına girmiş görünen hayatları bir kez daha alt üst olacaktı.
Şimdi yanında olsa, omuzlarına dökülen kumral kıvırcık saçlarının arasında dolaşsaydı parmakları. Dalıp gitti karısını hayal ederken.
“Ben saçlarını okşadıkça o bana daha da sokulsa. Sevgiyle baktığında gözlerinin içinde yanıp sönen ışıklar ruhumu aydınlatsa. Gülünce kısılıp ince bir çizgi haline gelen, baktıkça güzelleşen gözleri şimdi hüzünlü müdür? Yuvamızı mutlu ve sıcak kılan, sevdiğimin kıpır kıpır, neşe dolu enerjisiymiş meğer. Ona bir kavuşabilsem, bir daha asla bırakmam.”
6 Ağustos 2024, Taner
Direksiyon başına geçene kadar Deniz’in ona verdiği zarfı almakla hata yapıp yapmadığını düşündü. Oturur oturmaz elindeki zarfa baktı; Nermin’in dün ona verdiği zarftı. Tekrar, eğreti bir şekilde kapanmıştı. Kapalı bile sayılmazdı. İstese açardı. Zarfın üzerini eliyle yokladı. İçinde Deniz’in uzaktan gösterdiği kâğıttan başka bir şey olamayacak kadar inceydi. Gizlice merkeze soksa kimseye zararı olmazdı. Zaten onunla beraber karantinada kalacaktı. Gidince zarfı Nermin’e verirdi. O da istemezse imha ederdi.
Kendi kendine konuştuğunu fark edince güldü. Gerçi bir gören de olamazdı bu halini. Buralar da her yer gibi bomboştu. Arabayı çalıştırdı. İlk seferinde çalışmadı, korktu. Bir an durakladı. Depo benzin doluydu. Tekrar denedi. Neyse ki bu kez çalıştı.
Taner buraya gelirken Nermin’in ailesini hayal etmişti. Nedense Deniz’in çok daha genç ve yakışıklı olduğunu düşünmüştü. Öyle anlatmıştı Nermin. “Nermin Hanım eşini çok özlemiş olmalı,” diyerek güldü kendi kendine. Aile fotoğrafına bakarken Deniz’in gözlerinin nemlenmesinden karısını özlediğini hissetmişti. Evde gördüğü o fotoğraf gözünün önüne geldi. Defne on üç-on dört yaşlarında gösterdiğine göre eski bir fotoğraf olmalıydı. Belki üç-beş yıllıktı.
Defne de Deniz de içeriye davet etmemişlerdi onu. Evin girişindeki ufacık holde laflamışlardı ayaküstü. Böyle önemli bir mektup getiren insan içeri davet edilmez miydi? Sonra güldü kendi kendine. “Edilmez tabii ki! Başkası olsa böyle bir durumda kapıyı bile açmazdı.”
Defne’yi düşündü. “Ne güzel bir kızdı öyle. Hani biri sorsa nasıl kızlardan hoşlanırsın, diye tam da onu tarif ederdim. Uzun boylu, narin. Gözleri mavi miydi, yeşil miydi? Durduğu yerde durmuyordu ki hareketli, fıkır fıkırdı. Besbelli annesine çekmiş bu huyu. Nermin Hanım’ın yaşadığı her ortamda neşesini koruyabilmesine şaşardım. Kızının da esir hayatı yaşarken mutlu olabilmesi pek mantıklı gelmedi bana. Neşe dedikleri şey bu olsa gerek, içten geliyor herhalde. Yoksa beni gördüğü için mi mutlu olmuştu? Neden olmasın? İyi ki çıkmadan önce tıraş olmuşum.”
Kara kaşı, kara gözü babadan mirastı ona. Küçüklüğünden beri annesinin göçmen genleri yerine bu topraklarda doğup büyüyen babasına benzediğinden yakınırdı. Erkek kardeşinin yeşil gözlerine özenirdi. Esmer tenine daha bir yakışacağını düşünürdü yeşil gözlerin.
Nermin’in merkezde gösterdiği vesikalık fotoğraftaki halinden çok daha güzel bulmuştu Defne’yi. Saçları daha uzundu. Kendisi aylarca evden çıkmayacak olsa yüzünü bile yıkamaya üşenir, bir süre sonra da aynaya bakamayacak hale gelirdi. Çat kapı gittiği halde Defne’nin saçları gayet düzenli taranmış ve toplanmıştı. Işıl ışıl parlıyordu. Ne dediğini hatırlamıyordu Taner ama bir şeyler söylerken yemyeşil gözleriyle gülmüştü ona. “Yeşildi gözleri evet, yeşilin en güzeliydi.”
Aylin’i de biraz andırıyordu. “Keşke,” diye geçirdi içinden Taner “evlenmeyi kabul etseydi. Çok söyledim ama dinlemedi ki! Alelacele nikâh yapardık. Merkeze birlikte girerdik. Onun da hayatı kurtulurdu.”
Çok sevmişti onu, elinden geleni yapmıştı merkeze getirmek için. Atacağı bir imzaydı Taner’e göre. Sonra yine düşünürdü evliliği istediği kadar. “Neyse, paşa gönlü bilir. Şimdiye kadar çoktan ölmüştür o kafayla,” diye söylendi.
“Belki de Defne’yle?.. Yok yahu. Açıkça söylemedi ki Nermin Hanım. Belki de ben yanlış anladım. Yaşayıp göreceğiz…”
Yol uzun ve sıkıcıydı. Sabahtan beri durmaksızın araba kullanmaktan yorulmuştu ama yine de merkezden dışarı çıkmak için her şeye değerdi. Aylardır dışarı çıkmadığı için birinin İstanbul’a gitmesi gerektiğini söylediklerinde çok sevinmiş, hiç düşünmeden kabul etmişti. Ne kadar zor olabilirdi ki bu iş? Ankara’dan arabayla hiç durmadan İstanbul’a ve aynı gün yine Ankara’ya dönüş. Tabii ki dönerken yolu kayıt dışı biraz uzatıp Balıkesir üzerinden Güre’ye. Bu görev Nermin için fırsata dönüşmüştü.
Merkezde normale yakın bir hayat yaşanıyordu. İçeride güvende oldukları için Taner’in virüsü unuttuğu çok günler oldu. Unutmak ne güzel şeydi. Acıyı azaltıyordu. Taner o salgın dönemlerini pek yaşamamıştı aslında. Hele ondan sonra gelenlerin anlattıklarıyla kıyaslanırsa hiç yaşamamıştı. Merkezdekilerin dışarısı hakkındaki konuşmalarını korkunç bir masal gibi dinlemişti. Sonraki gece de korkudan uyuyamamıştı; cesetler, cinayetler.
Hayatında ilk defa gerçekten korktuğunu hissetmişti. O kâbus ortamında yolculuk yapacağını düşününce çıkmaktan defalarca vazgeçmişti. Gece yarısı olmasa müdürün kapısına dayanacaktı ama her şey planlanmıştı çoktan. Vazgeçemezdi. En iyisi korktuğunu belli etmemekti, o da öyle yaptı.
Yolculuk sabah kötü başlamıştı. Merkezden çıktıktan bir saat sonra yolda ezilip dağılmış ilk cesedi gördüğünde az kalsın arabanın içine kusacaktı. Arabayı durdurdu. İçeri temiz hava girsin diye pencereleri açacaktı. Ne olur ne olmaz diye vazgeçti.
Ankara’dan Edremit’e gelene kadar yollarda tek bir araba yoktu ama cesetler vardı. Korkunçtu. Yol kenarında ölüp kalmış insanları görünce kafasını çeviriyordu Taner. Bazı caddelerde cesetler yüzünden arabanın geçeceği kadar boş yol bile kalmamıştı. Üzerinden geçmemek için defalarca yoldan çıkıp kaldırımdan gitti. Neyse ki hiçbirini ezmek zorunda kalmadı. Zar zor yol alıyordu. Ağaçların altlarında üst üste yığılmış, evlerin açık kapılarından dışarı taşmış, köşe başlarındaki büyük çöp kutularının içine atılmış ölü insan bedenleri vardı. Bazıları öleli günler geçmiş olmalıydı; parçalanıp dağılmışlardı. Bazılarıysa daha tazeydi cesetlerin. Kolları bacakları yerindeydi en azından.
Bursa’ya yaklaşıyordu artık. Bu