İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR. Faruk Yiğit Araz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR - Faruk Yiğit Araz страница 3
Bitlis’in Taş Harman köyünde yaşayan İlyas, boya badana işleri dolayısı ile Muş’a gelip çalışıyordu. Amcasının evinin de orada olması münasebetiyle pek köye uğramayan İlyas, iş için gittiği evde Neriman’ı görmüş ve ona sevdalanmıştı. Amca kızını aracı ederek birkaç kez mektup yollayıp konuşmayı denemiş, Neriman’ın reddedişi ve umursamazlığı onu yıldırmamıştı. Son olarak memlekete gidip anne babasını Neriman’ı istemeye yolladı. Neriman’ın ailesi, “Bize biraz zaman verin, kızımıza da danışalım sonra bir karara varırız, neticeyi bir hafta sonra size bildiririz,” diyerek İlyas’ın ailesine yol gösterdi. Kıza danışmanın dışında, bir insanın ayıbını bulmak için değil de kişiliğini, ailesini tanımak için müsaade istenirdi. Neriman’ın iki kardeşi ve amcası Taş Harman köyüne gidip araştırma yaptı. Civar köylere de sordular. Herhangi bir olumsuzluk olmadığını gelip ailelerine bildirince, son kararı vermek için Neriman’a, annesi danıştı. Türkan anne Türkçe bilmiyor:
“Tu dıxwazi? Em te bızewicın?”
(Sen istiyor musun biz seni evlendirelim?)
“Wın dızânın daye, gele çı bıxere hûde e wi bıde. Qeder.”
(Siz bilirsiniz anne, hangisi hayırlı ise Allah onu versin. Kader…)
Kader, söylendiği gibi son noktayı koymuştu. Evlendiler. O zamanlar iş bulma olanağı pek olmadığı için doğudaki hemen hemen tüm gençler para kazanmak için, aileye kenetlenmek ve sahip çıkmak için batıya yol alır, aylarca dönmezdi. İlyas da evliliğinin ilk yılı eşiyle birlikte kalmak, ekmek bulmak için çok çaba sarf etse de, aldığı işleri yarı fiyatına yaparak dirense de nafile, kalamadı. İlk çocukları Ferdi’yi kollarının arasına almanın bahtiyarlığına kavuştuktan sonra, evliliklerinin ikinci yılında o da omuzlarına “ekmek davası” denilen bohçayı yüklenip gitti.
Gidip-gelme serüveni, ekmek için yapılan hicretler beş çocuğu olana dek dokuz yıl sürdü. Aylarca gelmiyor, geldiği vakit iki hafta kalıp tekrar gidiyordu. Kıt kanaattiler. Nüfus arttıkça geçimleri azalıyordu. Çalıştıkça tüketiyor, tükettikçe çalışıyordu. Bırak yastık altına atacak bir çeyrek altını, en küçük kız çocuğunun altını değiştirecek paraları olmadığından, evin kadını Neriman, marketten üçer beşer fazladan aldığı şeffaf poşetlerle altını değiştiriyordu kızının.
Dokuz yılı bu şekilde atlattılar. Son olarak Trabzon’un Beşikdüzü ilçesini Ardıçatak köyüne bağlayan karayolunda asfalt ve kaldırım yapımı işi için bir şirkete başvuruda bulunmuştu. Müteahhidin haberi ile çocuklarına ve eşine veda eden İlyas, çalıştığı esnada, yol kenarına üst üste dizilmiş kaldırım taşları kendisini gizlediği sırada, başının bütün bölümü süratle ilerleyen aracın lastikleri arasında ezilerek vahim bir şekilde dünyaya gözlerini yumdu.
İş güvenliğinin olmayışı, çarpan şoförün hız ihlali, sigortasız çalıştıran şirket, davalar, mahkemeler derken, İlyas’ın ailesine “iki yüz seksen altı bin” lira ödendi.
Varlığı ailesini doyurmaya bile yetmezken, yokluğu servet olmuştu. O acılar, o yokluk, aylarca gelmese bile odanın bir yerinde kendini hissettiren sıcaklığı, hiç masada olmasa bile daima başköşede dolu olarak duran tabağı, yerini sessizliğe ve kimsesizliğe bırakmıştı.
Ölen, arkada kalanı düşünmeden ölüyor. Ölen, ölümü bilmiyor.
Kalanlar, gidenler ile her gün ölüyor aslında.
Bu ölüm, masada başköşede duran tabak gibi, ayakkabılıkta başköşede duran ayakkabı gibi, duvarda orta yerde duran fotoğraf gibi dursun bir yerde. Bu hikâyenin sonrası var çünkü.
Babasının ölümünün ikinci yılına kadar sabreden Ferdi, artık tahammülünün kalmadığı bir duruma gelmiş ve o boşluktan çıkamamıştı. Bu boşluğu, teselli etmeye çalışan, sırtını sıvazlayan, cebine harçlık bırakan, yanında çalıştıran, kılık kıyafet aldıran mahallenin ağabeyleri doldurmaya çalışsa da nafile. Dolmamıştı ve dolamazdı da.
Babası ölen her çocuk, eksik bir çocuktur. Tamamlanamamış bir yaradılıştır. Noksandır, yarım pompalanan bir kalptir.
Bir de her şeyi unutturacak bir ilaç olduğunu düşünüp, acısını bir nebze olun unutturmaya çalışıp cigara içen ve içiren ağabeyler vardı. Hep var olsunlar, hep olsunlar, beter olsunlar, kahrolsunlar. İflah olmasınlar.
Bu ağabeylerden biri Ferdi’ye birkaç defa aşılamış ve kendisine cigara ikramında bulunmuştu. Ferdi, geç de olsa yapmış olduğu şeyin farkına vararak tövbe etmiş ve mahalledeki diğer ağabeylerin elini uzatarak onu getirdiği dergâha çöreklenmiş, orada demlenmişti. Yıllarca dergâha gidip ilim irfan sahibi olmaya çalıştı. Vakit namazlarını kaçırmadı. Öyle ki, günün herhangi bir vakit namazını kılmaya gittiğinde abartısız bir saatten önce döndüğü görülmemiştir. Teravih mi kılıyorsun diye gülünç duruma düşmesi de kanıt olsun buna. Dergâh okul, okul ev diye birkaç yıl rutin bir hayat sürdürdü. Okumanın başka türlü bir okumak olması gerektiğini anladığında ise lise hayatına son vererek bir işe girip çalışmaya başladı. Her şey güzeldi. Ama son zamanlarda Ferdi’nin dergâhtaki çevresi yerine torbacısı, cigaracısı, kenar mahallede elinde sustalı dolaşan cepçisi vardı. İlk zamanlarda bu çocukları içinde bulundukları bataklıktan kurtarmaya çalışıyor diye düşünsek de, gerçek çok geçmeden ortaya çıktı. Neriman abla bir öğle vakti evin balkonuna çıkıp “yetişin” diye bağırdı. Orada bulunan kim varsa, soluğu evlerinde aldık. Ferdi’nin akrabaları, tanıdıkları ve tanımadığı kim varsa salondaydı. Ferdi, kafası önüne eğik, eli ayağı titrek bir şekilde, gövdesini bir ileri bir geriye atarak gözlerini halının desenine iliştirmiş gidip geliyor. Gözlerinin içi kan kırmızısı mı demeliyim, gök kızılı mı demeliyim, evet kan kırmızı. Kan vardı orada. Doyamadığı, son kez konuşamadığı, öpemediği, sarılamadığı, bayram günlerinde ellerine gidemediği babasının kanıydı bu.
Biz unuttular, unutulmaz da, unutamamaya alıştılar diye düşünmüştük. Yanıldık. Unutulmamış. Unutmaya alışamamış Ferdi. O gün hangi saatte, nerede, kiminle bilinmiyor ama ardı ardına üç tane sentetik hap yutmuş ve soluğu evde almıştı. Annesi feryat ediyordu. O feryat hiç yabancı gelmiyordu bana. O feryat yıllar önce rutubetli, sıvaları dökülen bir evdeyken de yükselmişti kocası için. Neriman ablanın feryadı, en az Ferdi’nin yutmuş olduğu hapların kalbini ve midesini yaktığı kadar yakıyordu içimizi. İvedi bir şekilde alıp hastaneye götürdük. Midesini yıkadılar, rahatlamaya başladı.
Mideye dokunan bir şeyin yıkanınca giderildiği gibi kalbe dokunan şeylerin de yıkanınca giderilmesi için uzun uzun yalvardım Allah’a. Olmadı.
Ferdi, kalbine dokunan acıdan, midesine dokunan acıyı hissetmedi bile. Devam etti. Israrla üstüne gitti, uyuşarak unutmayı denedi. Tüm akrabalar seferber oldu, nerede cigaracı varsa ikaz edildi, kim ona sattıysa bacaklarını kırdılar. Eve bağladılar kaçtı. Hastaneye yatırdılar, durdurulamadı. Kimseyi yanında istemedi. O eski Ferdi, eskimişti. Güzelliği artık kafasından geliyordu. Ayık gezmedi. Bir zaman sonra ailesine de zarar vermeye başlayınca,