İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR. Faruk Yiğit Araz

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR - Faruk Yiğit Araz страница 5

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR - Faruk Yiğit Araz

Скачать книгу

gözleri ile yutan ve bir yandan da bitmesin diye yavaş yavaş okumaya gayret edip sabahlayanlar…

      Çayın demine, insanın muhabbetine kapılıp, bir ara soluklanıp saate bakarak, “Hadi ya, sabah mı olmuş? Hiç fark etmedim” diyenler…

      Bahtı, karanlık geceden daha kara olanlar, kederinden ciğeri sönenler, uğruna öldüğü kadının, ölümünü görmesini dileyenler, “Altı dal sigaram beni sabaha atar mı?” diye düşünenler…

      Teheccüde kalkanlar, yatağından kalkamayanlar, insanlardan kaçamayanlar, kendine yaklaşamayanlar…

      Velhasıl hepimiz, hayatın işçileriyiz.

      Vefa

      “Ama yazgısını yaldızlı çokomel kâğıtları gibi,

      Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.”

Didem Madak

      Kat atılacak diye çatısı yapılmayan, çatısı yapılacak diye dış kaplaması vurulmayan, dış kaplaması vurulacak diye boya badanası atılmayan, ruhsuz, renksiz, gri evlerin arasında sıkışıp kalmış insanlardan söz etmek istiyorum.

      Manken olamadığı için garson olan genç kızların yüreklerinden söz etmek istiyorum. Bizim kenar mahallenin süslü kızlarından. Camı çatlak telefon kullananlar, ağabeylerinin korkusundan giyemedikleri dar pantolonları odalarındaki ayna önünde prova yaparak kendilerini avutanlar, hatıra biriktirenler, unutamayanlar, bekleyenler, sevmekten usanmayanlar, hiç huzurlu olamayanlar, varoş mahallelerden çıkıp, halkın mümtaz kesimin olduğu mekânlara ayak uydurmaya çalışanlar, kutsal bir emanet gibi sevdikleri kitabı göğsünde tutanlar, teki çalışan kulaklık takanlar, gururundan söyleyemeyenler, söylediğinden pişman olanlar, çeyiz biriktirenler, sigaraya başlayanlar, çok kullanılmış ve kendisine gelirken müzik çalar dışında hiç ir fonksiyonu kalmamış telefona yükledikleri müzikleri tekrarlayanlar, aldanan kızlar, aldatanlar da var, onlar ayrı. İhanete uğrayanlar, ihanet eden de var, onlar ayrı. Terk edilenler, terk edenler de var, onlar ayrı. Yetim büyüyenler, yetim bırakanlar da var, onlar ayrı.

      Ben şimdilik kadının güzel tarafına, mahzun tarafına, merhamet dileyen tarafına ve kadının kutsal olan yanına sığınıp yazmak istiyorum. Cinsel bir objenin dışında daha Tanrısal şeyleri yansıtan özelliklerinden söz etmek istiyorum kadının.

      O mümbit göğüs çukurlarının altında yatan hıçkırışlarından söz etmek istiyorum.

      Sebebini hiç kimsenin bilmediği, sadece yapanın ve Yaradan’ın gördüğü dertleri olan, bu sebepten tabiplere koşturulan, muskalar yaptırılan, sessiz ve yıpranmış kadınlardan söz etmek istiyorum. Göz kapaklarının arasına sıkışıp kalan, uyumasına mani olan acılarından söz etmek istiyorum kadınların.

      Katlanmak…

      Belki de yeryüzünde bu duyguyu bir kutsiyet gibi boynunda taşıyan yalnızca kadındır.

      Dünya denilen mutfağın en elzem ihtiyacıdır kadın. Tabiatın anasıdır.

      Bir sözü ile devletler yıkan, bir sözü ile silahlar patlatan, bir sözü ile saltanat kurduran, bir sözü ile dünyayı cennet kılan kadınlardan söz etmek istiyorum.

      Şimdilik bunlar burada kalsın. Anlatacağım bu konuyu tekrar. Ama kadın derken benim aklıma hep o arafta kalan, sonu muamma olan Sevil gelir, onu anlatmak istiyorum.

      Sevil!

      Babası bu ismi koyduğuna milyonlarca kez pişman olmuştur zannımca.

      Sevil.

      Muhakkak herkes ister sevilmeyi.

      Ve herkes bilir sevmeyi.

      Yeterince bariz zaten haşyetle sevmelerin ve sevilmelerin sonu.

      Bu kadar hayal kırıklığını, öfkeyi, nefreti, yarım bırakışı, ihaneti ben yapmadım herhalde değil mi?

      O zaman neden ben yapmışım gibi kafamın içinde dolanmakta? Neden yarı çıplak bırakılan kadın ben oluyorum? Neden bıçaklayan adam benim? Neden gecenin bir yarısında plakalarını söküp, farlarını söndürüp ormana doğru ilerleyen aracın içindeki adamın yanında duran kadının göğüs kafesindeki “güm güm güm” sesini ben işitiyorum?

      İki yıldır bütün çabalarıma, bütün direnişlerime rağmen, sürükleyerek götürdüğüm ilişkimiz beni artık tahammülsüzlüğün zirvesine oturtmuştu. Bana karşı tutumu ve tavırları, benim ne kadar ucube olduğumu düşündürürken, bu duruma daha fazla katlanamayacağımı anlamıştım. Halbuki çok sevmiştik eşimle birbirimizi. 1. no’lu sağlık ocağında görev yaparken atanmıştı yanıma. Onu sevmeye o kadar alışmıştım ki, ikinci bir olasılığın olma ihtimali, birinci olasılığın olmasından daha zordu.

      Elif gerçek anlamda zor bir insandı, ben de öyle. Konuşmaya başladığımız zamandan evlendiğimiz ilk üç yıla kadar herhangi bir sorun yoktu. Onun beni sevdiğini düşünüyordum. Gerçi hâlâ öyle düşünüyorum. Sevginin tanımı hiçbir zaman tam manası ile anlaşılamadı tarafımdan. Ya ben sevmeyi bilmiyordum ya da bu gönül işleri beni aşıyordu. Aştı da.

      Bir zaman sonra, yani evliliğimizin üçüncü yılından sonra sabır ile yoğrulan ben, artık kendime bile tahammül edemez hale geldim. Elif’le iki çocuğumuz olmuştu. Nüfus dairesine ellerimizi sımsıkı sararak girerken, şimdi o koridorlarda eşimin, yani eski eşimin bana nefretini duyuyordum. Boşanmak istedik, çok kez gidip geldik mahkeme koridorlarında ama yapamadık. Eşim, yani eski eşim çalıştığı sağlık ocağından tayin isteyip gitti. Anlatması güç şeyler yaşadım. İnanın, kafanızda kurduğunuz gibi basit bir acı değil bu. Gecelerce uyumadan, sabaha kadar telefonun ucunda bekledim arar da, uyursam açamazsam korkusu ile. Aramadı. Korkularım da bitmedi. Bir gece yine korkularım diken olup yatağıma batarken, sabah saat dört sularında evden çıktım. Alnım secdeden uzaktı artık. Allah’ı unutmuş muydum bilemiyorum ama hatırlamanın utancı vardı üzerimde. Ezan okunuyordu. Dalıp gittim müezzinin sesine. Sanki müezzin o güne dek biriktirmiş de içindeki muhabbeti, ben o sokaktan geçerken bana aksettiriyordu. Sanki Resulullah, “Bugün sen oku sabah ezanını” diye ricada bulunmuştu. Öyle içten, öyle manalı, öyle uçurumlara gelgit yaptırıyordu. Aklıma Beyazıd-i Bestami hazretlerinin sözü geldi;

      “İhtiyari olarak Allah’a kulluk etmezsen,

      Gayri ihtiyari olarak Allah kula kulluk ettirir sana.”

      Silkelenmek ve kendime gelmek istedim. Ellerimi ceplerime iliştirip uzun uzun dolaştım. Düşünüyordum, kara kara düşünüyordum, bu işin üstesinden nasıl gelebilirim diye, bu işin sonunun nasıl olacağını kestiremeden düşünüyordum. Aklım, kalbime hükmünü geçiremiyor, kalbim ısrarla aklım ile hareket etmek istemediğini beyin hücrelerime anlatmaya çalışıyordu. Bedenimde bütün bunlar olurken, gecenin karanlığı, bana artık kasvet olan hüznü pembe bir kızıllıkla karışık mavimsi renge dönüşmüştü. Saate baktım, sabahın altısı. Yürümeye devam ederken sokağın diğer ucunda beliren bir cisim dikkatimi dağıttı. Yaklaştıkça belirginleşen bu cisim, bir insan gölgesine benziyordu. Aramızda otuz metrelik bir mesafe kalmıştı ki bu kişinin Haşim abi olduğunu gördüm. Selam verdim. Bu saatte

Скачать книгу