İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR. Faruk Yiğit Araz
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İÇİMDE İNTİHAR KORKUSU VAR - Faruk Yiğit Araz страница 4
Dört yıl boyunca aynı şeyleri yaptılar Ferdi için. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ndeki tedaviler, aynı türbeler, aynı hocalar, aynı yerler dört yıl boyunca tekrar etti. Boynundaki muskalar dilek ağacına döndü. Kâğıtlar yaktılar, evin içi ve dışının tamamını ne yazıldığını hiçbirimizin anlamadığı, anlamının sadece yazan ve Allah arasında bir sır olan kâğıtlarla doldurdular.
Hiçbiri fayda etmedi. Çevresindeki herkes Ferdi’yi bu şekilde kabul etmeye başladı. Daha doğrusu Ferdi bunu kabul ettirmeyi başardı. Şu an hâlâ aynı illetin peşinden gidiyor, daha doğrusu gitmiyor, aynı illeti ayağına getiriyor ve kaldığı yerden içmeye evinde devam ediyor.
Yaşarken bir sermaye bırakmaya çalışan baba, öldükten sonra bir servet bıraktı.
Öldükten sonra bırakılan bir sermayeden ise böyle dokunaklı bir evlat kaldı.
Hayatın İşçileri
“yani benim gözlerimin
bunca yıl gördükleri,
bir gün benimle birlikte
yok olup gidecek öyle mi?”
“Biz ne olacağız? Bizim yaşadıklarımız ne olacak? Hiç yaşamamış mı sayacaklar bizi?”2 Üzerime hayatın lekesi bulaştı. Hamurunda yoğruldum iyice dünya denen bu hanın. Abartısız söylüyorum, o kadar acı ve ıstırap dolu günler yaşadım ki, şimdi şu aciz kelimelerle dile getirmeye çalışsam, kelimelerin hafifliğinden, tesirsizliğinden, çekmiş olduğum acının kuvvetine hayıflanacağım.
O kadar kötüydü ki, kelimelerin basitliği ile anlatamamaktan ve anlatmaya kalkışıp ifade edememekten korkuyorum. Beni anlıyor musunuz? Bazı acıları yazamazsınız, bazı acıları anlatamazsınız, bazı acılar yaşanır sadece. Sızı gider, izi kalır insanda.
Sebep o ki, bu iz üzerimden silinmesin diye, hayatın bu lekesi o masumiyetini yitirdiğim hatıraların önüne geçmesin diye uzun uzun yalvardım Allah’a. Mutluluktan vazgeçeli bir hayli zaman oldu. Karşıma acılarımı, külfetlerimi, kirpiklerimin arasına dolanıp uyumama mani olan şeyleri alıp uzun uzun düşündüm. Bir adım bile atmaya üşendiğim, gençliğimde hoyratlıkla gözü kapalı girdiğim sevda savaşlarına bir daha atılmamaya karar verip, içimde bir nebze kalan yaşama umudunu kaybetmemek adına hatıralara ayırdım kalan ömrümün tamamını.
Birlikte yürüdüğüm yolları, oturduğum çay bahçesini, ince bardağın alnına yapışıp kalan dudak izlerini, dünyayı değiştirmek adına bize rehber olacağına inandığımız Dostoyevski, Gazali, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre’leri, altını çizdiğim cümleleri, üstünü çizemediğim meseleleri düşündüm.
Sonra ne kadar gizlemeye çalışsam da hüznümü aşikâr kılan gözlerime, yüzüme yakışmayan bir tebessümle kadraja yansıyan fotoğraflara uzun uzun baktım. Sakallarımın terlemeye yüz tutmuş ilk çağından beyazlarını ayıklamaya başladığım son günlerine kadar uzun uzun inceledim. Bir fotoğrafa ne kadar uzun bakılacaksa o kadar baktım. Bir fotoğrafta kaç defa ölünecek ise o kadar uzun baktım. Bir fotoğraf insanın beyninde canlandırılırken kaç paket sigara bitirilirse o kadar uzun baktım.
Henüz kendim olduğumu bilirken, bir başkası olmaya kalkışmamışken henüz, caddelere atamamışken kendimi hâlâ, uzun uzun baktım fotoğraflara. Baktığım yerde kendimi bulamadım.
Geçmişimdeki insanları düşünüyorum. Gözlerine bakıp kaybolmak istediğim, boğulmak istediğim mavi gözleri düşünüyorum. Zeytin siyahı mı, koyu kahve mi diye düşünürken, hatırladım şimdi, koyu kahve! Gözlerinin içinde babasız kızları, savunmasız çocukları, mülteci kamplarındakileri… Uğruna ne savaşlar verilmiş, ne geceler uykusuz geçirilmiş, oturup bir çay içmek için ömür verilmişleri… Bir kez olsun bakmak için ölecek adamların bakamadığı o gözleri… Dalıp gittiğim, pişmanlıklarını gördüğüm kadınları düşünüyorum.
Bin vaatle kandırıp, evlenip, sonra sokak ortasında acımadan, gözü dönmüş bir şekilde elindeki bıçakla vücudunu delik deşik etmeye çalışırken, “O kadına dokunma lan,” diye ellerine sarılıp kadını kurtardığım o aşağılık adamı düşünüyorum.
Gecelerce özlemiyle kavrulduğum, sokağını yurt edindiğim, ayak bastığı yere “Burada hazine var” dediğim, hasretle, sevgiyle biriktirdiğim yarım kalan cümlelerimle yâd ettiğim kadını düşünüyorum.
Ne yapıyorlar acaba?
Unutmuşlar mı beni?
Acaba onlar da benim düşündüğüm şeyleri düşünüp yutkunuyor mu?
Bir hıçkırık düğümleniyor mu boğazlarında?
İyilik yapmayı esirgemediğim,
Fedakârlıklarımı gizlediğim,
Ardından gizlice dualar ettiğim bu insanlar gerçekten unuttular mı beni?
Unutmanın bir ilacı var mı gerçekten?
Gebe bir kadının gece yarısı karnındaki bebeğinin tekmelemesi gibi, her gece beni tekmeleyip uyandıran bu kâbuslarla hemhal oldu mu onlar da?
Onlar da sabahı getirdiler mi?
Tevekkül ettiler mi hiç Ezan-ı Muhammed’in ardından?
Onlar da pişman oldu mu bunca şeyden?
Umarım olmuşlardır.
Umarım düştüğüm kuyuya onlar da düşmüştür. Bunun aksini düşünmek bile istemiyorum.
Bunca mutluluktan, bunca iyilikten kalan hüzün bir benim omuzlarımda değildir umarım.
Muhakkak bir başkası da bunun için bir bedel ödemiş olmalı, değil mi? Çünkü ben bütün bunların üstesinden nasıl geleceğimi bilemiyorum.
Biriktirdiklerim, bir zaman sonra canımı yakmak için sinsice bekliyormuş meğerse. Size tavsiyem, anı biriktirmeyin, konakladığınız ve soluklandığınız yerleri çoğaltmayın. Bir insan ile ne kadar çok zaman geçirdiyseniz ve ne kadar çok hatıra biriktirdiyseniz, o kadar çok acır içiniz zaman geçtikçe/zamanı geldikçe. Çünkü zaman denilen şeyin geçtiğine bir türlü inandıramıyorum kendimi. Geçmiyor, geliyor zannımca. Güzel günler
2
Leyla Erbil