Abay Yolu 2. Cilt. Muhtar Auezov
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Abay Yolu 2. Cilt - Muhtar Auezov страница 7
Kardeşi:
“…
Mala değil, insana cömert idi,
Hasmı, sıkıntıya iteleyiverdi.
Dürüst Mırza utanç duyup,
Âleme yayacak örneği.
Kazak oğlu zulüm görse de,
Aradığı yüzle görüşecekti.
Sönmez çıra bırakacak olan
Gönlünü mala kaptırmaz ki”
dedikten sonra rengi kaçan yüzünü semaya doğru kaldırdı, iki gözü yaşararak tekrar ilhama daldı. Kısa bir süre sonra vücudunu gerdi, bilinçli bir kuvvetle sesini bastırarak şarkısının sonunu söyleyiverdi:
“Buyruğuna Allah’ın
Önceden boyun eğmeli.
Mekiş, anlasan olmaz mı?
Hayat bitince ölüm gelmeli!
Gidenin yolu nurlu olsun demeli
Sabır göstersen uygun düşmez mi”
deyip durdu ve yüzünü Mekiş’e döndürdü. O ana kadar sığlaştırarak, kısıklaştırarak baktığı gözlerini şimdi birdenbire tam olarak açmıştı. Mekiş sevinçle gülümsüyordu. Ağlaması bitmiş, gözleri kurumuştu.
“Tekrar söyle” diye ısrar etti. Kardeşi bu fayton yolculuğu sırasında ortaya çıkan ve ilk defa dile getirdiği şiirini tamamıyla aynı şekilde tekrar etmese de bir kez daha söyledi. Ablasının bununla avunduğunu anlayınca tereddüt etmedi, birkaç şiir daha okudu.
Böylece, Kunanbay hakkındaki ağır düşünceleri şimdilik bir sakinlik bulmuşa benziyordu. Sükûnet bulan gönülle ikisi de bir süre sessizce oturdu.
Abay, gönlüne hoş gelen dünya görkemini serbestçe şiirleştirebiliyordu…
Abay’ın yüreği, serin üfürüşü kesilmeden esen parlak güneşli bu ilkbahar gününe başkaca bir sevecenlikle bakıyordu. Nice sıcak dalgalı sezgiler gövdesine sığamayıp içinde sıkışıyormuş gibiydi… Şiir şarkıya dönüşüyor, nazlanarak dile geliyordu… O da ara vermeden mırıldanıyordu.
Abay dikkat etmemişti. Mekiş, onun söylediği bütün şiirleri can kulağıyla dinliyormuş. Hem de yabancı birinin değil, kardeşinin kendi şiirleri olduğunu bilerek dinliyormuş:
– Abay, sen şairmişsin ya efendim, dedi ve gülüverdi.
Abay Mekiş’i unutmuştu. Evvela bu sözden ürkmüş gibi utandı:
– E-e, bunu nereden çıkardın, diye sordu. Mekiş gülerek:
– İşitiyorum ya yahu… Niye saklamak istiyorsun ki? Erbol da, diğer bütün arkadaşların da bunu söylüyor ya! “Atışmalara katılmasa da açık seçik şair” diyorlar, bu doğru mu, dedi.
Abay bunu duyunca güldü:
– Dedikleri doğru! Şairim!
– Ne tür şiirler söylüyorsun?
– Ey Mekiş ey! Benim şiirlerim yele yazılıyor yahu.
– O nasıl yani?
– Ben kederimi sevdiğime söylüyorum. Sevdiğim geri dönemeyecek kadar uzakta. Aynı zamanda sabit bir biçimde yanımda! Yâdımda kalacak tek yangım o ya, onu söyleyince yele yazılmışla bir olmuyor mu? Nene gerek?
– Kederin ne? Bu nasıl söz? Sende nasıl bir yangı olacak ki, diyen Mekiş suçlayıcı ve eleştiren gözlerle baktı. Kardeşinin kaşları çatıldı ve yüzü tekrar asıldı. Tombulca yuvarlaklaşan yüzünde tek bir kırışık bile yoktu. Çok güzel olan yüzüne bu günlerde uzatarak bıraktığı kıvrık bıyıkları da çok yakışıyordu. Seyrek kara sakalı da yüzündeki izanı bozmadan birazcık uzayıp kalmıştı.
Mekiş merakla bakarken Abay’ın burnu ile yüzünde azıcık güneş düşünce fark edilen hafif bir nur görüyordu. Bu, daha yeni olgunlaşan yiğitliğin gerçek yakışıklılık çehresiydi. Ateşli ve şuurlu gözlerinin akı ile karası besbelliydi. Hem görkemli hem sıcak bakan gözleri ile çehresi temizdi. Gören kişiyi kendine çeken ve gayri ihtiyari tekrar baktıran elmas gibi etkili gözler. İncecik olan ve uzunca çizilmiş gibi duran kapkara kaşları da yiğit simasının yakışıklılığını açar gibiydi.
Mekiş, öz kardeşine içten içe överek baktı. “Kederim var” deyişine inanmamıştı. Öyle olunca kardeşini konuşturup meseleyi öğrenmek istedi:
– Peki, ne kederinden söz ettin, şunu anlatsana, diye sordu.
Abay’ın şifa bulmaz gönlünde, geçmiş günün serap gibi güzel hayallerinin hatırası vardı. Bu yürek hissiyatını, ta o günlerde, o günlerden sonra yanılmaz yoldaşı olan bir şarkı ile dile getirmişti. Hatırası, Janibek’te geçen bir yayla gecesiyle ilgiliydi. Süyindik obasında kurulan altıbakan salıncakta asılı beşiği Toğjan’la birlikte hızlandırırken bu şarkıya sırlarını katmıştı ikisi de. Herkesin gözü önünde söyledikleri bir şarkıda aynı duyguyla atan yürekleriyle buluşmuşlardı. Şu ilkbahar günü, Toğjan’ı başkaca büyük bir özlemle hatırlatıyor, alabildiğine arzulatıyordu. Bu duygular içindeki Abay, işte o Topaykök şarkısına başladı.
Ablasının “söyle” dediği kederi, onun yüreğindeki arzusu, aklındaki dileği idi. Bu defa Topaykök’e şakıyan bir sesle değil, yumuşak ve sakin bir ezgiyle başlayınca fevkalade nazik bir keder döküldü. Mekiş özellikle şarkı sözlerini can kulağıyla dinledi. Efkârla dolup taşan yiğit içtenlikle söylüyordu:
“Işıldamaz kara gönlüm ne yapsa da,
Ay ile güneş gökyüzüne çakılsa da.
Dünyada senin gibi yâr bulunmaz bana,
Belki sana, benden üstünü bulunsa da…
Biçare âşık özlese de, sararıp solsa da,
Yâr cayıp, güzel sözden uzak dursa da,
Dayanır, rıza göstererek yârin işine,
Eziyetiyle alay edişine reva olunsa da,
dedi ve beti benzi büsbütün atmış olarak duruverdi. Kendisini de, onu da söylemişti. İki arzu. İkisini de alevlerle yakıvermişti. Fakat kötü kaderleri çaresizlik gibiydi. Son dönemlerde sık sık gönlüne dolarak nefesini kesen derdi buydu sanki.
Fakat Mekiş bunu anlamamıştı. O, eskiden hiç duymadığı deminki gibi beklenmedik sözler içinden sadece “yâr” kelimesini anlamış, bunun üzerinde durmuştu. Abay’a sordu:
– Anlamadım. Buradaki “yâr” dediğin de kim ki?
Abay ablasına o kadar da açılacak değildi:
– “Yâr”