Şafak Sancısı. Cengiz Aytmatov
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Şafak Sancısı - Cengiz Aytmatov страница 11
– Şikem çiftliğe hayvanbilim uzmanı olarak gelir gelmez, büyük değişiklikler gerçekleştirdi. O zamana kadar kimsenin düşünemediği yenilikleri arka arkaya teklif ederek, devamlı söylediklerini pratiğe dökmenin peşinde koştu. 1950’lerin ortasında Kırgız topraklarında cins inekler hiç yoktu. Önce Leningrad’tan cins boğalar getirildi. Neticede hayvanlar cinsleştirilerek, sütteki yağ miktarı artırıldı. Şikem atları cinsleştirmeye de çok önem vermişti. Kendisi de atı çok sever, hızlı koşan ata bindiği zaman hemen değişir, sevinçle coşardı. Atları, onların psikolojisini derinlemesine kavradığı Elveda Gülsarı romanından belli olmuyor mu zaten? Şikem edebiyata girmeseydi, şüphesiz hayvancılık sahasında meşhur bir ilim adamı olacaktı.
Aytmatov: Gıyabımda iyiliğimi isteyen, hem yakın birisi olduğu için böyle konuşmaları normaldir. Kimbilir ne olurdu? Kader dediğin çok esrarlı bir şey… Neyse artık seni konuşalım.
Dram yazarı Kaltay Muhammedcanov’la üçümüz Taşkent’e giderken yolda senin memleketin Ontüstik (Güney) Kazakistan vilayetine uğramıştık ya. Halk arasında “Müslümanların ikinci Mekke’si” denilen Türkistan’da bulunduk. Hoca Ahmed Yesevi’nin mezarını ziyaret ettik. Şerik Seytcanov, Alimcan Kurtayev ve Kuanış Aytahanov isimli kardeşlerin bizi misafir etmişlerdi. O sırada, doğal olarak, Otrar’ın kahramanlığını anlatan birçok olayı aktarmışlardı. Ben önceden de senin ağzından Otırar, Arıstanbab ve Türkistan hakkında çok şey duymuştum. Zaten ikide bir Otrar hakkında, oranın kahramanlarını gözlerinle görmüşçesine sayarak anlattıkların neredeyse bir destan kadar tesirli oluyordu. Senin bu tavırlarından yola çıkarak, “Doğup büyüdüğün mekânın kıymetini bilen oğlansın sen” derdim içimden. Otırar hakkında yazdığın destandan da çok etkilendiğimi belirtmeliyim.
Şahanov: Şike, memleketimle aramda trajik bir bağlantı var. Rahmetli babam eski yazıyı çok iyi biliyordu. Arap harfleriyle yazılan kıssa ve destanları çok okuduğu, eskiye ait her şeyden haberdar oluşundan belliydi. Zamanında biraz mollalık (hocalık) da yapmıştır. Ne yazık ki o yıllarda;
“Fakir fukaranın tarafını tut,
Molla ve zenginleri koyun gibi kamçıyla güt” mısralarına konu olan siyaset çok kimseyi perişan etti. İşte bu siyaset yüzünden, babam kaşla göz arasında doğup büyüdüğü toprakları bırakıp Tölebiy İlçesinin Kaskasu Köyünde oturan kızı İzzet’in evinde barınmak zorunda kalmış. O zaman ben daha 40 günlük bebekmişim.
Ben dokuz yaşındayken babam vefat etti. Dokuz yaşıma kadar dizine oturtup Otırar savunmasında kahramanca savaşıp canlarını kurban eden fedakâr atalarımız hakkında durmadan anlattıkları hafızama öyle işlemiş ki, hiç unutmadım. Yavrusunun doğduğu topraklardan kopmasıyla gönlünde oluşan eksikliği böylece gidermeyi mi düşünmüş, bilemem…
Bazen annem; “Çocuk senin anlattıklarını anlayabilir mi ki? Daha çok küçük” diye tereddüdünü dile getirirdi. Babam da buna karşılık; “Niye anlamasın ki?” Anlamazsa kendisi zorlanacak; kökünü derinlere salamayan ağacın ömrü kısa olur” derdi.
Sayısız askeriyle tüm dünyayı emri altına almak isteyen Cengiz Han’ın kolu, Orta Asya’nın minareleri gökyüzüne dayanan şehirlerini 10-15 gün içerisinde teslim alıyordu. Karşılık vereni acımasızca at toynakları altında ezen zalim kuvvetin kahrından çekinen bazı şehir amirleri hiç direnmeden kapıları kendi elleriyle açmış, teslim olmuşlardı. Fakat Otırar altı ay boyunca düşmana karşı cesurca savaşmıştı.
Cengiz Han, “Otırar’da erkek adına tek kişi kalmasın!” diye emreder. Cesur ruh insanı Kayırhan ile doğduğu toprağa kök salmayan, Otrar’ın dış kapısını Cengiz Han’ın askerlerine açarak anayurduna ihanet eden gencin trajik akıbetini anlatan destan bana daima yol gösterici oldu. Bu hikâyeyi bana anlattığı için babamla, babamın vesilesiyle Otırar’la gurur duyuyorum. Zaman zaman hayale daldığımda, gözümün önünde, dokuz yaşımda beni dizine oturtup Otırar’ın kahramanlık destanını anlatan babam canlanıveriyor. Hislere hitap ederek eğitmek, bence eğitimde verimli bir yöntemdir.
Babamın ta çocukluğumdan aşıladığı terbiye ve ona karşı beslediğim derin sevgi ve saygı beni hayatım boyunca beni etkisi altına almıştır. Babamın hayati prensipleri, mutad adetleri bile olduğu gibi bana geçmiştir. Küçük bir örnek vereyim: Rahmetli babam öğleden önce hiçbir zaman saçını kestirmezdi. Tabii sebebini bilemiyorum.
Ben de bu yaşıma kadar bir kere dahi olsun, öğleden önce saçımı kestirmedim. Belki böyle yapmanın hiçbir anlamı da yoktur. Ama prensip prensiptir. Bu alışkanlığımın zararını da gördüm. Bir ara Amerika’ya bir sonraki gün öğle uçağına bineceğim kesinleştiği anda saçlarımı kestirmem gerektiğini hatırladım. Ne yazık ki gece olmuş, kuaförler kapanmıştı. Ertesi gün öğlene kadar müsait olmama rağmen çocukluğumdan alışkanlık edindiğim âdete aykırı davranamadım. Öylece yola çıktım.
Kısacası, babamı anayurdumun ve hiçbir zaman irtibatımı kesemeyeceğim doğduğum toprağın bir nevi kökü olarak görüyorum.
1992 yılında hemşehrilerimizin yoğun istekleri üzerine, Otırar’da eserlerimi konu alan özel bir program düzenlendi. Temmuzun sonu. Hava o kadar sıcaktı ki, neredeyse cehennem ateşi dersin. Merkezden 30 km. uzakta, ilçe sınırı sayılan ıssız bir yerde hemşehrilerim beni büyük bir coşkuyla karşıladılar. Babamı tanıyan ihtiyarlar, beyaz örtülü nineler beni sırayla kucaklıyorlar, hiç bırakmıyorlardı. Yerli ozanlar, şairler şiirlerini, jırlarını armağan ederken, bir taraftan da müzik çalınıyor oyunlar oynanıyordu. Orada beyaz ipeğe sarılıp altın iplikle süslenen Otırar toprağından yapılan sembolik kolyeyi boynuma takarken üç nine hep beraber; “Yavrum, nerede olursan ol, ata yurdunun toprağı sana güç kuvvet versin” diye dua ettiler.
Bulunduğum her yerde, kendi halkımdan olsun, dış ülkelerden olsun, birçok hediye aldım. Şunu itiraf etmeliyim ki o gün bu gündür bana sunulan hediyelerin hiç birisi ata yurdun toprağını içeren armağan kadar beni heyecanlandırmamıştır.
Aytmatov: Laf lafı açıyor. Eskiden dedelerimiz memleketten uzağa taşınacak olurlarsa, âdet gereği beline ata yurdunun bir avuç toprağını bağlarmış. Gençleri savaşa uğurlarken hanımı veya nişanlısı tandır ekmeğinin kenarından ısırıp ona yedirir, gerisini hep saklarmış. Niyeti: “Ata yurdun ekmeği çeksin de sağ salim dönsün”.
Şahanov: Şike, burada tarihî hafızayla alakalı beni utandıran bir olayı anlatayım. Benim Sergey Tereşenko adında bir hemşehrim var. Kendisi Rus, fakat Kazakça özlü sözlerle konuşmaya başladığında bazı Kazakları bile geride bırakır. O, birkaç yıl Komsomolda, Çimkent vilayeti parti komitesinde başkan olmuştu. Sonradan Kırgızistan Cumhuriyeti Bakanlar Kurulunun Başkanlığını da yaptı.
Sergey’in babası Tülkibas ilçesinin büyük bir sovhozunda uzun yıllar idarecilik yapmış, “Sosyalist Emek Kahramanı” ödülünü [Sovyetler Birliğinde özellikle kolhoz ve sovhozda çalışanlara verilen en büyük ödüllerden biri (Ç.N.)] alan itibarlı bir insandı. Tek kelimeyle, baba-oğul ikisi de doğduğu topraklara bağlı kalmış insanlardı.
Moğol halkının ilk astronotu benim arkadaşım Cügderemidiyin Gurragça’yı da gıyaben iyi tanıyorsunuz. O da sizin hayranınız, çeşitli dillerde yayımlanan