Şafak Sancısı. Cengiz Aytmatov
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Şafak Sancısı - Cengiz Aytmatov страница 12
Düşüncelerimi kaymakam Muhammedkasım Şarenov’e ilettiğimde o; “Muha, niyetiniz doğru. Ama yine de bu meselede büyüklere akıl danışalım” dedi.
Baharın ilk günleriydi. Güneş ışınlarından yeterince beslenip nazlana gerinen bozkır yemyeşil bir renge bürünmüştü. Eski Otırar şehrinin kalıntılarını Gurragça ile ikimiz uzun uzun dolaştık. Yer yer toprak yığını halindeki kalıntıların bir zamanlar Ulu İpek Yolu boyundaki 150 bin nüfuslu, önemli bir kültür ve ticaret merkezi olduğunu, mimari yönden de gelişmiş bir şehir olduğunu düşünmek bile zor.
Evet, bir zamanlar uygarlığın merkez noktası olan Otırar’da, Aristo’dan sonraki ikinci usta (Muallim-i Sani) el-Farabi doğmuş. Devrin ileri gelen tarihçi, felsefeci, matematikçi, astrolog ve tabiplerini dünyaya getiren mukaddes topraktır bu. Hatta ta o zamanlarda bile şehrin su, kanalizasyon sistemi varmış. Tarihi bilmeyenler için anlattıklarımızın masal gibi algılanması normaldir.
Maalesef, bu büyük medeniyet Cengiz Han askerlerinin atlarının nalları altında kalarak tarih sahnesinden bir anda siliniverdi. Cengiz’in askerleri, hamile kadınların karnındaki çocuğu öldürüp, “Erkek adına kimse kalmasın” diyen gaddar emrin gereğince (kadınların karnından çıkan) çocuğu havaya fırlatarak tekrar ona mızrağın ucunu batırıp öldürmekten zevk alırlarmış. Zalim devrin acımasız sahneleri yerli halkın tarihî hafızasında iyice yer etmiştir. Bu olayların tek şahidi, tüm geçmişi içine atan işte bu enkazlardı.
Biz ölü şehir ile sessizce irtibata geçerek meydana indiğimizde halk yerlere kilimleri, minderleri sermiş, tam ortaya da sofrayı kurmuş, muhabbete dalmışlardı. Bir yanda semaverler fokur fokur kaynıyordu.
İşin enteresan boyutuna bakınız.
Kendi yurdunu, vatanını yerle bir eden, halkını gaddarca ölüme mahkûm eden, sanatın, ilmin, edebiyatın doruk noktasına ulaştığı bir uygarlıktan eser bırakmadan tarih tekerleğini yüzlerce yıl geriye çevirerek zulmün zirvesini yakalayan Cengiz Han’ın neslinden gelen birisiyle, aradan 750 yıl geçtikten sonra samimi bir dostluk kuracağımı, bir zaman onun dedelerinin eliyle yok edilen ölü şehirde sanki hiç birşey olmamışçasına muhabbete devam edeceğimizi daha önce tasavvur edebilir miydik?
Düşünceli düşünceli ilerlerken yanımıza birkaç atlı yaklaştı. Bunlar Musabek Acibekov, Kutım Ordabayev başta olmak üzere yerli aksakallar idi. Gelenler arasında Adiham Şilterhanov aksakalı da görünce çok sevindim. O, Kazakistan’ın tarihini, şeceresini çok iyi bilen; zaman zaman tarihî konularda yazılar yazan bilge bir ihtiyardı. Hal hatır sorduktan sonra onlar, misafire hissettirmeksizin beni bir kenara çekti ve şöyle dediler:
– “Muhtarcan, senin idarecilere bir teklifte bulunduğunu duyduk. Moğol astronotu senin misafirin ve değerli arkadaşın olduğu için halkımızın geleneğine göre her türlü izzet ü ikramda bulunacağız. Fakat senin dediğin gibi ona ‘Otırar’ın Fahri Vatandaşı’ unvanını vermek ne kadar doğru olur? Dedeleri bunca zulmü yapmasaydı, güzelim Otırar minareleri ve kubbeleri uzaktan bakanların gözlerini kamaştırarak bugünlere kadar gelmez miydi? Bir tek Otırar değil, Sırderya sahilindeki yerle bir olan 42 şehrin trajedisini de ekle. “Bunda Gurragça’nın suçu ne?” dersin belki. Tabii onun şahsının zerre kadar suçu olmadığını bilmiyor değiliz. Ama yine de Gurragça atalarının zulmünden -belki de kan yakınlığıyla- az bir miktar da olsa mesuldür. Buna tarihî hafızanın hükmü denir. Geçmişe kin beslemek ilkemize aykırıdır. Ama olup bitenleri tamamen hafızadan silemeyiz de. Meseleye bu yönden bir yaklaşsan…
Büyükler atlarına atlayarak tekrar geri döndüler. Bir anda ayılır gibi oldum. Az önceki düşüncelerimden utanıyordum. Nicelerini şiirlerimle büyüleyen bir şair olarak bilinmeme rağmen, tepeden tırnağa şecere deposu mahiyetindeki büyüklerin yanında çok aşağılarda olduğumu bir kez daha anladım. Babamı hatırladım o an. Demek dokuz yaşıma kadar Otırar kahramanlığını onlarca, belki de yüzlerce defa tekrar ederek anlatmasının altında derin bir mana gizlendiğinin farkına varamamışım. İşte, meselenin özü…
Sonra Gurragça’ya büyüklerle aramızda geçen konuşmayı olduğu gibi anlattığımda, misafirim;
– “Her adımını gözden kaçırmayarak millî tarihî hafızayı muhafaza etmeye özen gösteren büyüklerinin olması -bir şair olman hasebiyle- senin için büyük bir şans” demişti.
Aytmatov: Gerçekten ilginç bir olaymış yaşadığın. Gelecek nesle zararının dokunmaması için karar verme safhasında olan insan, işin teferruatını iyice düşünmeli. Buna benzer çok şey anlatılagelmiştir. Tabii her şey her zaman söylediğim gibi olmuyor. Mesela; dünyanın yarısını zulmü ile istila eden Cengiz Han yıllar sonra böyle olacağını düşündü mü? Aradan yüzyıllar geçti. Tabii ki Gurragça’nın hiçbir suçu yok, bunu senin köyünün büyükleri de biliyor. Ama tarihî hafızayı hafife almak mankurtluğun alametidir. Yani geçmişini unutursan ölmüşlerin hakkına girersin. Sadece bugününle yaşarsan gelecek neslin bedduasını alırsın.
Tarihin sararmış sayfalarını çevirmeye devam edersek, kimbilir daha nelere şahit olacağız? Tarihî hafızanın silinmesini önleyeceğiz diye, Cengiz Han’ın yüzünden tüm Moğolları veya Hitler yüzünden Alman milletini suçlamaya hakkımız yok. Bir misal daha; bir zamanlar İngiltere ile Fransa arasında 100 yıllık bir savaş vuku bulmuştur. Bundan dolayı, İngilizler ile Fransızlar’ın birbirinin yüzüne bakmama gibi durumları olmadı.
Demek istediğim; tarihî hafızanın dar çemberini aşmazsak, millet olarak akibetimiz iyi olmaz. Aynı zamanda onu hepten unutursak manevi mankurttan farkımız kalmaz.
Soylu (köklü) bir millet, bütün dünyaya ortak manevi ve medeni değerlere dayanarak terazinin kefelerini denk tutmayı becerebilen bir ferasete sahiptir. Tıpkı bunun gibi yarınını düşündüren prensipleri olmasaydı, şu bozkır nasıl olur da “Köy Akademisi” diye adlandırılabilirdi?
Şahanov: Çocukken yaşlıların güneşin batışını seyrederken, “Hayatın çoğu gitti, azı kaldı” dediklerini çok duyardım. Size büyüklerden duyduğum bir hikâyeyi anlatayım:
Sırderya Nehri bir gece aniden taşmış. Derya kenarında oturan bir zenginin evini, barkını, çoluk çocuğunu, neyi var neyi yoksa hepsini sel götürmüş. Adam yüzme biliyormuş. Can havliyle kendini kurtarabilmiş. Kurtarmış kurtarmasına ama elinde hiçbir şeyi yok. Bu vaziyetteyken oturmuş, ellerini açmış; “Ya Rabbi akibetimi hayreyle” diye dua ediyormuş. İhtiyarı böyle bir durumda gören zengin