Kalabalık. Afak Mesut
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Kalabalık - Afak Mesut страница 12
O, konuştukça, kalabalık iç geçirerek:
“Vah, zavallı”, diyerek onun haline acıyorlardı.
Sonra resmi ondan aldılar, her kes birbirine göstererek:
“Bu, burnuymuş, bu da kulakları..” söylediler.
Resme her kes baktı. Resme her kes baktığı için resim buruştu, babasının çehresini kirlendi, simsiyah oldu, burnu eğildi.
Resmi götürüp eve geldi. Annesi yine telefonla konuşuyordu: “Hayır, o, öldü”, dedi ve telefonu kapattı.
Banyoya girdi, orada resmi büyük leğende sabunlu suda yıkadı, sonra sıkarak çamaşır ipine astı. Hemen ütüyü ısıtıp özenle resmi ütüledi, götürüp duvardan astı.
Babası elini resim yıkandıktan sonra çenesine yaslamıştı. Siyah takım elbisesinin altından gözüken gömleğinin kolları yıkandıktan, ütülendikten sona bembeyaz olmuştu.
Gelip babasının bembeyaz kollarını kokladı. Gömleğin kolları kar kokuyordu..
Sonra getirip kendi resmini babasının resminin yanından astı. Sonra dedesinin, halasının, teyzesinin, anneannesinin, babaannesinin, dayılarının, amcalarının resimlerini bularak yanaşı asıp tüm duvarları doldurdu, koridora çıktı, dış kapıyı açıp resimleri dairenin tüm duvarlarına asarak aşağıya indi, sonra resimleri toprağın üzerine dizdi. Annesi pencereye çıkarak öf keli sesiyle:
“Bu ne hal be, evde?! Hemen gel, nasıl dağıttıysan öyle de toplayacaksın!”, dedi.
Diğer resimleri toplayarak çantasına atarak koşarak okula gitti. Orada onları yazı tahtasının üzerine dizerek elinde tahta konuşmaya başladı:
“Bu babaannem.Bu babaannemin ablası..Bu onun teyzesinin oğlu. Bu gördüğünüzse teyzesinin oğlunun çocuğu.”
O, konuştukça fen hocası Zehra hoca ellerini arkasında çap razlayıp sıraların arasında dolaşıyordu. Öfkeli yüzüyle onu seyrederek:
“Teyzesinin oğlunun çocuğu değil, teyzesinin torunu, tamam mı?”diye yanlışını aradan kaldırdı.
“Bu benim dedem.Bu benim dedemin babası. Bu, onun öteki çocuğu.”
Sonra ansızın Zehra hoca gittiği yerde durdu, geriye dönerek cebinden armut çıkararak kaşlarını yukarı kaldırıp:
“Ya, bu?! Bu kim?”, diye sordu.
Çocuklar parmaklarını ona doğru uzattılar:
“Bu, odur!”
“Doğru!” Zerkalem hoca bunu söyledikten sonra öğretmen masasına oturdu, sırayla büyük göğüslerini masanın üzerine yerleştirdi, göğüslerinin üzerine bardak ve çay tabağı koydu, çay koydu kendi için ve çayını içerek:
“Peki, o zaman.Bunu ne yapmalı?!”
“Camın önüne bırakarak olgunlaştırmalı.”
“Doğru. Hadi, o zaman götürün!”
Çocuklar koşup onu yakaladılar, elini kolunu sardılar, kucaklarına alarak bağıra çağıra okulun koridorunda koşuşturmaya başladılar. Getirip onu kuru meyvalarla, böceklerle yanaşı camın önünde kurumak için beklettiler. Kendileriyse çekip gittiler. Ve o, uzun süre camın önünde olgunlaşacağı günü bekledi durdu.
Sonra karanlık çöktü, koridordan çocukların gürültüsü sona erdi ve o, çenesini karnına yaslayarak yattı.
Karanlık çöktükçe pencerenin camı esti, sonra rüzgar saydam çehresiyle, dağınık saçlarıyla bir süre onu izledi, sonra yüzünü cama yaslayıp çığlıklar atarak, uluyarak ağladı. Belki de yağmur yağıyordu?! Pencereyi vurarak onun uykusunu ka çırdı ve o, kafasını kaldırarak pencerenin öbür tarfından çok çok uzakta, şehrin uzak mahallelerinde, binlerce eski mezarla rın arasından gözüken yeni, siyah mermer kaplı mezarın sesini duydu.
Annesiydi. Zayıf, hasta sesiyle ona ninni söylüyordu. Ara sıra sesi de çıkmıyordu, sonra yine duyulmaya başlıyordu.
Sonra annesi bir süre okumadan mezarın içinde dolaştı, mezarın sert duvarlarını tırmaladı, ağır vücuduyla çırpınarak yeri göğü inletti.
O zaman o, camın önünde uzanık bir halde annesinin teker teker mezarın içine düşerek gürültülü bir ses çıkaran saçlarının sesini duydu.
Annesinin saçları dökülüyordu…
Annesinin saçı döküldükçe onun saçlarının dibi sızlıyordu, saçları teker teker yere düşüyordu.
Pencereden inerek ilk önce sürünerek, daha sonraysa emekleyerek annesinin yanına kadar gitti…
Yağmur kel kafasına çarptıkça ayakları birbirine dolaştıkça uzun uzun karanlık sokaklarda yürüdü.
Mezarlığa yaklaştıkça annesinin sesini daha duymaya başladı. Annesi artık mırıldanmıyordu, kesik kesik soluyarak tırnağıyla mezarların duvarlarını oyuyordu.
Mezara ulaşınca durdu. Annesinin mezartaşına kazınmış çehresini yağmur yıkayarak yok etmişti diye ona mezartaşından yüzsüz bir kadın bakıyordu.
Toprağın en derin katlarından annesinin dermansız sesi duyuluyordu:
“Kötüyüm!.”, diyerek annesi hırlıyordu. “Çok kötüyüm!.”
Çömelerek mezarın yanından toprağı kazmaya başladı. Sonra dizleri üzerine oturarak iki eliyle toprağı kazmaya başladı. Bir süre kazdıktan sonra toprağın içinden annesinin bir tarafı kırılmış gözlüğü çıktı. Sonra beline sardığı yün kareli atkısı, küpesinin teki, sonra kıyma makinesi, birkaç düğme, çizmeleri, kepçesi, yün çorapları ve kol saati çıktı. Ve sonra hiçbir şey çık madı.
Bir müddet kazdığı mezarın içinde, elinde kepçe yağmur kafasına çarpa çarpa bekledi durdu.
Annesinin sesi ta aşağılardan duyuluyordu. Annesi galiba sonuncu kez gücünü toplayarak inledi ve sustu. Sonra aşağıdan bir şeyler fısıldadı. Kulağını toprağa dayadı. Toprak sıcacık ve de yumuşaktı. Annesi kulağını dibindece fısıldıyordu:
“Sen çok seviyorum. Hem de çok.”
Toprağa yüzünü sürerek ağlayıp:
“Seni çok özledim.”, diye bildi sadece.
Annesi artık konuşmuyordu, cani dilden onu dinliyordu.
Dizleri üzerine kalkarak takatsız elleriyle, tırnaklarıyla toprağı kazmayı sürdürdü.
Yağmur bir türlü dinmek bilmiyordu. Şafak söküyordu galiba. Toprağınsa sonu gözükmüyordu bir türlü.
Kafasını