Binbir Gece Masalları. Неизвестный автор
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Binbir Gece Masalları - Неизвестный автор страница 41
Uyandığımda yalnızdım. Gemi çoktan yola çıkmıştı. O an terk edildiğimi anladım. Bana haber vermek belli ki hiç kimsenin aklına gelmemişti. Adayı baştan aşağı taradım fakat in cin top oynuyordu. Bu durum bende şiddetli bir ızdıraba ve endişeye yol açtı. Üzüntüden âdeta ölecek gibiydim. Dokunsalar ağlayacaktım. Yorgundum ve büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Sonunda ümidimi iyice kaybettim. Kendi kendime şöyle dedim:
Kedi her zaman dört ayağı üzerine düşmez! İlk seferde beni bulunduğum ıssız yerden kurtaran biri olmuştu fakat şimdi hiç şansım yok…
Sonra ağlayıp sızlanmaya başladım. Büyük bir öfkeye kapılmıştım. Bir kez daha yolculuğun tehlikelerine ve sıkıntılarına maruz kaldığım için kendimi suçluyordum. Kendi ülkemde, kendi evimde, yediğim önümde yemediğim arkamdayken ıssız bir yerde yapayalnız ve çaresiz kalmış olmayı kendime yediremiyordum. Bağdat’tan ayrıldığım için çok pişmandım. Üstelik bütün bunları kıl payı kurtulabildiğim ve çok büyük acılar çekmeme sebep olan ilk yolculuğumun sonrasında yaşamıştım. Birden kendi kendime şöyle söylediğimi fark ettim: Allah’tan geldik yine Allah’a döneceğiz.
Tıpkı cin çarpmış gibi deliye dönmüştüm. Ayağa kalktım ve bütün adayı dolaştım. Daha sonra büyük bir ağaca tırmandım ve etrafımı gözetlemeye başladım. Fakat gökyüzü, deniz, ağaçlar, kuşlar ve alabildiğine uzanan sahil dışında hiçbir şey görmedim. Bir süre sonra meraklı bakışlarım, adanın içlerinde bir yerlerde bulunan büyük, beyaz bir şeye takıldı. Ağaçtan indim ve o şeyi daha yakından görebilmek için yürümeye başladım. Yanına yaklaştığımda o şeyin, göklere doğru yükselen geniş çaplı bir kubbe olduğunu anladım. Etrafında yürüdüm. Kapısı yoktu. Onun için üstüne çıkmaya karar verdimse de öylesine kaygan ve pürüzsüzdü ki bunu başaramadım. Bunun üzerine bir yere işaret koydum ve kubbenin etrafında dolaştım ki çevresini ölçebileyim. İşaret koyduğum yere geri dönünceye kadar tam beş yüz adım attım. Akşam oluyordu ve benim hâlâ kalacak bir yerim yoktu. Bu kubbede kalmanın iyi bir fikir olduğunu düşündüm ve içeri girmenin yolları üzerine kafa yormaya başladım. Sonra bir anda güneş saklandı ve hava karardı. Bir bulutun güneşin önünü kapattığını düşündüm fakat yaz günü bu imkânsızdı. Büyük bir merakla kafamı kaldırdığımda bulut sandığım şeyin devasa bir kuş olduğunu gördüm. Akılalmaz derecede büyük kanatlarıyla gökteki güneşi gölgeleyen kocaman bir kuş…
Bu görüntü şaşkınlığımı ikiye katladı ve eskilerin, hikâyesini anlattığı bir kuşu hatırladım. Adı Rıh olan bu kuş, bir adada yaşar ve yavrularını fillerle beslermiş. Gördüğüm kubbenin de bu kuşun yumurtası olduğunu anladım. Yüce Rabb’imin yarattıkları beni bir kez daha şaşkına çevirmişti. Ben hayranlıkla kendisini seyrederken kuş, birden kubbenin üstüne kondu ve kuluçkaya yattı. Tam da bu vaziyette uykuya daldı. Kendisi uykudan ve uyuklamadan uzak Rabb’imin hikmetine bak!.. Bunu görünce ayağa kalktım, sarığımı çözdüm ve sarıp bükmek suretiyle ip hâline getirdikten sonra bir ucunu belime, diğer ucunu da Rıh’a bağladım. Şöyle düşünüyordum:
Belki de bu kuş beni içinde insanların yaşadığı bir adaya götürür. Öyle bir yerde yaşamak bu ıssız adada kalmaktan daha iyidir.
Bütün gece tetikteydim. Kuş, ben farkında olmadan uçmaya başlar diye uyumaktan korkuyordum. Şafak söker sökmez Rıh, yumurtasının üzerinden kalktı. Kanatlarını açtı ve büyük bir çığlık kopararak havaya yükseldi. Bu arada beni de birlikte sürüklüyordu tabii. Yükselmeyi ve süzülmeyi uzun bir süre kesmedi. Öyle ki sonunda gök kubbenin sınırlarına vardığını düşündüm. Yüksek bir tepenin üstüne konuncaya kadar yavaş yavaş alçaldı. Yere iner inmez kendimi çözmeye davrandım. Kuş beni fark etmemiş, varlığımı hissetmemişti bile. Ama ben korkudan tir tir titriyordum. Bu yüzden aceleyle ipi çözdüm. Bu sırada kuşun, pençeleriyle bir şeyi kavrayıp havalandığını fark ettim. Dikkatlice baktığımda tuttuğu şeyin iri yarı, upuzun bir yılan olduğunu gördüm. Bir süre sonra ikisi de gözden kayboldu. Büyük bir şaşkınlıkla yürüyerek oradan uzaklaştım. Kendimi yüksek dağlarla çevrili geniş ve derin bir vadide buldum. Yükseklikleri kavrayış sınırlarının ötesinde olan, herhangi bir mahlukatın tırmanmaktan aciz kalacağı heybetli dağlarla çevrili bir tepe… Bu görüntü karşısında yaptığım şeye pişman olarak kendi kendimi suçladım.
Bununla kıyaslayacak olursak eğer, kaldığım ada cennetti cennet! Orası bu ıssız yerden kat kat daha iyiydi. En azından yiyecek meyve ve içecek su bulabiliyordum. Buradaysa ne bir ağaç ne de su içebileceğim bir dere var. Ama tek galip Allah’tır ve dönüşümüz ancak onadır. Hakikaten de bir derdim bitmeden diğeri başlıyor. Her seferinde başım daha da büyük bir belaya giriyor. Çilem bitmiyor!
Yine de cesaretimi topladım, vadiye doğru yürüdüm ve birden fark ettim ki bu bölgenin toprağı elmastan! Elmas… Bütün madenleri, değerli taşları, porselenleri kesebilen yegâne taş… O kadar dayanıklı ki demir bile onu parçalayamaz ve hiçbir şekilde bütünlüğü bozulamaz. Dahası vadi, palmiye ağacı büyüklüğünde yılanlarla kaplıydı. Tek lokmada koca bir fili yiyebilecek bu yılanlar, Rıhlar ya da kartallar kendilerini parçalara ayırır endişesiyle gündüzleri saklanır, geceleri ortaya çıkardı. Yaptığıma bir kez daha pişman olup kendi kendime şöyle dedim: Allah biliyor ya kendi kuyumu kendim kazdım!
Kendime kalacak bir yer ararken yavaş yavaş akşam oluyordu. Yılanların korkusundan canımın derdine düştüğüm için yemek ya da içmek aklımın ucundan geçmiyordu. Birden gözüme bir mağara ilişti. Mağaranın dar girişinden içeri girdim ve orada büyük bir taş gördüm. Taşı yuvarlayıp girişi kapattım.
Bu arada şöyle düşünüyordum: Bu gecelik burada güvendeyim, sabah olur olmaz da yola çıkarım. Bakalım talihim bana ne getirecek?..
Oturdum ve mağarayı incelemeye başladım. Kuytu bir köşede devasa bir yılanın kuluçkaya yattığını gördüm. Bu görüntü, bütün hücrelerimle titrememe ve tüylerimin diken diken olmasına sebep oldu. Ellerimi havaya kaldırdım ve Allah’a tevekkül ettim. Sabah oluncaya kadar uyumadım. Taşı mağaranın girişinden kaldırıp yola çıktığımda âdeta sarhoş bir adam gibi sendeliyordum. Dahası, açlıktan başım dönüyordu. Böylesine hazin bir vaziyette vadi boyunca yürürken aniden bir et parçası önüme düşüverdi. Etrafıma bakınıp da kimseyi görmeyince büyük bir hayret içine düştüm ve aklıma tüccarların, gezginlerin ve hacıların anlattığı bir hikâye geldi. Hikâyeye göre elmaslarla kaplı bir dağ varmış ve bu dağ, insanların geçemeyeceği ölümcül tuzaklarla doluymuş fakat elmas ticaretiyle uğraşan tüccarlar bu işi çözmek için bir yol bulmuşlar. Şöyle ki; bir koyun alıp derisini yüzdükten sonra hayvanı parçalar, dağın tepesinden vadiye doğru yuvarlarlarmış. Et taze ve kanlı olduğundan yapış yapış olur kıymetli taşları üzerinde toplarmış. Sonra eti öğlene kadar orada bırakır, akbabaların ve kartalların onları dağın tepesine çıkarmalarını beklerlermiş. Orada da kuşları korkutup kaçırarak etten uzaklaştırırlarmış ki ete yapışmış olan elmasları toplayabilsinler. Elmasları ele geçirmenin tek yolu buymuş. Et parçasının önüme düştüğünü gördüğümde aklıma bu hikâye geldi. Derhâl yanına gittim ve ceplerimi, sarığımı ve elbisemin