Safiye Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 11
“Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda münasebet getirerek anmakla beni de büyük ceddim Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilirler ki Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyük ceddim olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlükler yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğulları’nı, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”
Bafa, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin o biçim davrandığı takdirde utanacak yerde, kıvanç duyacaklarını sezdiğinden tükürüklerini heder etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye savaşan budalalara edep ve izan dersi vermekten de kendini alamadı:
“Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl evvel yurtlarına alın açıklığıyla hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede?.. Cüret, zekâ, haysiyet, bilgi ve namus; para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki Gelibolu önünde bir deniz harbi kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamışlar hatta harbin yüzünü görmek imkânını bulamamışlardır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu hâlde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, kabilse, o satıra birkaç kelime ilave etmeli.”
Bir lahza durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelime hâlinde heriflerin idrakine kustu:
“Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl bir cihan olduklarını öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”
Asil olmayanlar yüreklerinde bir tat dolaştığını duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihî hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalar ise sillelenmiş gibi kızardılar, sustular. Bafa’yı gücendirmemek kendilerince zekâ borcu ve hülya vecibesi olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten bahsin münakaşaya tahammülü de yoktu. Bafa, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle gıdalanmanın ahmaklık olduğunu söyledikten sonra, kendilerine ancak susmak düşerdi.
Bafa, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de iktifa etmeyerek Türklerin ufak mikyastaki askerî talihsizliklerini dile alan budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnundu, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.
Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sükût garip bir tezat teşkil ediyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafa, susuyordu.
Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu sükûnet belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfadan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve Kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var!” diye verdiği haber, ortalığı telaşa vermeseydi daha da sürecekti.
Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmişti, herkes elini siper yapıp gözünün bütün kudretiyle denizi tarassuda girişmişti ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra görünen geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşıldığından vaziyet büsbütün değişti, kaptandan en basit nefere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan kapladı.
Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttular. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz veçhile- Venedik’te cumhurreisinin misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hâle göre de Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak manasızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki sulhe -otuz yıldan beri- iştirak etmediklerini ve nerede Venedik gemisi görürlerse köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyorlardı.
Bunun sebebi, Venediklilerin iki namert hareketleri olup Türk korsanları -Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan sulhe ve affa rağmen-o sefil hamleleri unutmuyorlardı, Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakları da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölüm derecesinde yaralamışlardı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişlerdi. Vakıanın çirkinliği, elli altmış gemi ile genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin sulh hâlinde bulunmasından ileri geliyordu.
Genç Mürabit, bire karşı on gemi ile ve pusu kurmak suretiyle hücum eden düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek harbi, yani ölümü kabul etti. İlkin amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar içinde küle çevrildi. Bizzat Mürabit sekiz on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı. Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo Cenapları, bir zafer alayında boynuna zincir vurup teşhir etmek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırdı, gemisine aldı. Fakat meramına erip de onu Venedik sokaklarında gezdirttiremedi. Zira duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında tarumar olacağını düşünerek pusucu amirali azlettikleri gibi genç Mürabit’in de yaralarını tımar ettirmişler, elini ayağını öpüp affını dilemişler ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişlerdi. Osmanlı hükûmeti, Mürabit hakkında yapılan son muameleleri tarziye olarak kabul ettiğinden bu hadiseden harp çıkmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldılar, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydılar.
Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmak suretiyle gemilerini Türk korsanlarının öç ateşinden koruyabiliyorlardı. Arada sırada da -denizin dili yok diyerek- zayıf buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu şakavet, İstanbul’a aksedince de elçi üzerine elçi yollayıp tarziyeler vermekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanlarının -Venedik’e gelmekte olan- bir Türk elçisini denizde -öldürmek, yok etmek kastıyla- takibe cüret etmesi Venediklilerin sulh için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kere daha meydana koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat ziyadeleştirdi.
Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfo sularındaki Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhur’un dolgun mevcutlu bir donanması -yine denizin dili yoktur kanaatiyle- bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı,