Safiye Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 8
“Sevgili amcalarım…” diyordu. “Küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiğimiz bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, galip, mağlup belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”
Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafa’nın latif yüzüne dikti.
“Ben…” dedi. “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyosluğu kabul için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada, harp filolarını, koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikâyelerini dinlerken ağzınızın sulandığını duyduğunuz cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rast geleceksiniz. İstanbul, Türk olalıdan beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur, Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneş ise bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtapları…
Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum: İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”
Bafa “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken Kubat Çavuş, etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.
“Dinime…” dedi. “Yemin ettiğimi söylediğime göre, sözlerime inanmanız lazım gelir. Siz, buralardan görünen mehtaplar kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”
Bunlar, bu sözler Bafa’nın şuuru üzerinde silinmez izler bırakıyor ve sinirlerine karışıklık veriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş, efsunlu bir müselles gibi dimağında hep birden yer almış olup o dimağ, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu müsellesin incitmeyen sıkleti altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.
Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı -müstesna bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan incizaplara benzer- bir temayül hissediyordu.
Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün bedenî olgunluklarıyla terbiyevi yüksekliklerinin, durumda ve tutumda belirttikleri gösterişsiz zarafetin tesiri pek tabii olmakla beraber, onu kısa bir lahza içinde Türk’e âşık yapan kuvvetli amillerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşehrileriyle o üç Türk arasındaki yaradılış farkıydı. Bafa, o güne kadar, bir duçe başını, bir duçe sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir has müşavir, onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o telakki temelinden değişivermişti. Çünkü -Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen- Deli Cafer’le Kara Kadı’nın, onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan sıfır seviyesine indirdiklerini gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüş bulunuyordu.
Türkler, duçenin vakarına bakarak, senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, has müşavirleri uşağa çevirerek yürüyorlar ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmelerini andıran bir ağız kullanıyorlardı.
İşte bu müşahede, genç kızın idrakinde garip bir değişiklik, kanaatlerinde yaman bir yıkılış vücuda getirmişti. Evvelce korkunç olarak tanıdığı Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar azametli görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insanı bahtiyar bir sarhoşluğa kavuşturabilirdi. O sarhoşluğa ki insani ve vicdani olduğu için gelişigüzel uyanıklıklarla ölçülemezdi, tartılamazdı.
Bafa, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşalıklar arasında gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz müphem, henüz renksiz ve silik olmakla beraber, genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir iştiyak var gibiydi.
Bu rüşeymî duyguda o, yalnız değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı müphem incizabın, iştiyakın ve ihtiyacın hummasını yaşıyorlardı.
Bununla beraber Bafa, ruhi bir silkinişle kendini toplamaktan geri kalmadı, Kubat Çavuş’a cevap verdi:
“İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşmeye yol bulmak düşüncesinden mi doğuyor?”
Elçi, litrelerle şarabın sersemletemediği vakur başını şöyle bir kaldırdı. Sofrayı saran kadınları birer birer gözden geçirdi:
“Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymaya savaşırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”
“O hâlde ekselans?”
“O hâlde hakikat şudur: Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize layık görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek numunelerinden birisiniz, istiyorum ki yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”
Manalı manalı Deli Cafer’in, Kara Kadın’ın yüzlerine baktı.
“Siz de…” dedi. “Benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafa’yı Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”
Kadınlardan fazla sarhoş olanlar, “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz demek.” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirlerken, Kubat Çavuş kalktı, Bafa’yı Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi duçenin koluna girdi.
“Siz…” dedi. “Yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi vaziyetlerimiz değişecek: Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”
Duçe Jerom, iliğine kadar sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Kor-fu valisinin İstanbul’a balyos olarak gönderilmesi hâlinde birçok kazançlar elde edileceğini de sezmiş bulunuyordu. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce konferans vermeye, nutuklar sıralamaya razıydı. Hâlbuki ziyafet programı, kendisine öyle bir külfet