Safiye Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 7
Belki Cerbeliler de bu kanaatteydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyorlardı. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerine şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkânını kendilerine verdi.
Hamlenin şerefi, şüphe yok ki Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük bir hisseleri vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse düşünülen şey, ekseriya hülyadan ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun -düşman ateşine açık duran- limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri münakaşasız kabul ederek tahakkuk sahasına çıkarmak için ortaya atıldı.
Fatih’in -İstanbul’u muhasara sırasında- Türk donanmasını karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünürse de her iki büyük Türk’ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek lazım gelir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Hâlbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcıya malik değildi.
Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaların üstüne yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlık husule getirdikten sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirip enginlere açıldı.
O esnada -Turgut Reis’in bütün filosuyla- Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a yapılacak muameleyi kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.
Menkıbe, Deli Cafer’in ağzında sadelikle karışık müessir bir azamet alıyordu. Onun, mesela tahtadan yol döşenmesini tarif ederken vakıayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters tesir yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar beht9 içindeydi. Fakat bu şaşkınlığın onları mahzuz ettiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki, karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her milletin efradı gibi onlar da bir babayla bir ananın vücuda getirdiği mahluklardı. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata tahakküm için yaratılmış görünüyorlardı, işte bu üstünlük, o menkıbenin anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece tebarüz ettiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık istila edivermişti. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmeye savaşanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.
Deli Cafer, işte bu umumi ve derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafa’ya çevirdi:
“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı ırlıyarak gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu iktidar aşktan geliyordu.”
Bafa, ruhları dalgınlaşan o cemaat içinde ilk uyanan idrak oldu ve mahmur mahmur sordu:
“Turgut Reis âşık mıydı?”
“Evet, âşıktı.”
“Kime?”
“Savaşa!”
Bu kısa cevabın en büyük bir hakikat taşıdığını -aşkla, şevkle-anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk celadetini, Türk hamasetini, Türk dehasını tek bir menkıbenin canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe vakasını Deli Cafer’e naklettirmiş olan Elçi Kubat Çavuş araya girdi:
“Kara Kadı amca…” dedi. “Senden de Nasuh ile Cafer’in hikâyelerini dinleyelim. Bir harp hikâyesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”
Ve duçeye hitap ederek nasıl bir mevzu seçtiğini izah etti:
“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çin-i Maçin’de ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan yoktur. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini mahlukları haber alınca kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu ammiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuşlardı. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.”
Kara Kadı’ya bakarak sustu, o da bu bakıştaki manayı anlayarak anlatmaya koyuldu:
“Nasuh’la Cafer, bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları hatta bir memleket halkından bulunmadıkları hâlde, birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmekte, gemi kullanmakta ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbürkünden üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var: Pehlivanlık! Cüsseleri müsait olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”
Herkes bu uzun övüşleri -alık alık ve ağızları açık- dinlerken Bafa sordu:
“Cücelerinizin boyları ne kadar?”
“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”
Bafa’nın gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı, koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten o elin kalınlığına ve kuvvetliliğine rağmen fazla bir uzunluk taşımadığını gördü:
“Benim elimle…” dedi. “Beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”
Kubat Çavuş müdahale etti:
“Nerede bulunduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki talihiniz varsa kendilerini görebilirsiniz.”
Kara Kadı, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:
“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik limanındadır. İsteyen teşrif eder, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”
Bafa,
9
Beht: Şaşkınlık, hayranlık. (e.n.)