Safiye Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Safiye Sultan - M. Turhan Tan страница 22
Cüceler, işte bu akıbeti düşünerek ve sezinleyerek, tercümede sadakatten tamamıyla ayrılmamışlardı, Bafa’nın sözlerini değiştirerek şehzadeye anlatmak ve onun cevaplarını da Venedikli kızın arzusuna göre, tatlılaştırarak İtalyancaya çevirmek yolunu tutmuşlardı. Mesela kız, cücelerin ayak öpmek, şehzadeye dualar etmek, kavuklar sallamak gibi merasimi bitirmelerini müteakip Cafer’i yakalamış, hırçın hırçın söylenmeye koyulmuştu:
“Sor, bu adama! Beni yüreksiz, ruhsuz bir oyuncak mı sanıyor? Yoksa kendisi henüz yoldan gelmiş yanık yürekli bir kızcağıza nasıl muamele edileceğini bilmeyecek kadar kaba mıdır?”
Cafer de Nasuh da tepeden tırnağa kadar titremiş olmakla beraber, tek bir saniyelik göz müzakeresiyle tutulacak yolu da kararlaştırmışlardı. Zeki minyatürler kendi durumlarının yukarıya tükürülse bıyık, aşağıya tükürülse sakal denilebilecek bir biçim aldığını anladıklarından iki tarafı idare etmek yoluna girmişlerdi. İşte bu ızdırap içinde Cafer, titiz Bafa’nın, bu ağır sualini şu şekilde Türkçeye çevirdi:
“Kız, efendimizin dünyalar durdukça yaşamasına dua ediyor, kendisine iltifat buyurduğunuzdan dolayı minnettar kaldığını, bahtiyar olduğunu söylüyor.”
Şehzade, derin derin Bafa’nın yüzüne baktı ve onu memnun etmek için Nasuh’a hitaben “Sen de benim tercümanım ol!” dedikten sonra, şu cevabı verdi:
“Venediklilerin kavga eder gibi konuştuklarını bilmiyordum, kendisinin de sizi azarladığını sanıyordum. Kırgın veya kızgın olmadığını öğrenmekten mahzuz oldum. Nasıl, sarayımı beğenmiş mi? Gerçi daha bir yerini görmedi, yalnız hamam dairesine gidip geldi ama yine bir fikir edinmiştir. Hele bir sor.”
Nasuh da bu sözü, Cafer’in tercüme ettiği suale -yarım yamalak olsun- bir cevap teşkil edebilmesi için şu biçime soktu:
“Sizin neye kızdığınızı, kimden ve ne sebeple incindiğinizi şehzade hazretleri anlamıyorlar. Sizi çok aziz tutacaklarını söylüyorlar.”
İşte bu garip şekilde cereyan eden, uzun ve gülünç bir münakaşa sonunda, zeki cüceler, iki tarafı da avutmak imkânını bulmuşlardı. Şehzade, günlerce deniz yolculuğu yapmış olan Bafa’yı, yorgun yorgun hizmetinde bulunmaya zorlamaktan vazgeçmiş, kız da nişanlanma, nikâhlanma gibi taleplerde ısrar ettiği takdirde Osmanlı imparatoriçesi olmak ihtimalini kaybedeceğine kanaat getirdiğinden yelkenleri suya indirmişti.
Evet, fettan kızın bütün o hiddetleri, şiddetleri -şehzadenin kendini son derece beğenmesinden istifade ederek- meşru bir izdivaç kabul ettirebilmek hülyasından ileri geliyordu. O, daha Venedik’te ve duçeler sarayında ihtiyar korsanlarla flört yaparken, Osmanlı sarayında nikâhın yasak hâline konulduğunu, Kanuni Süleyman’ın Hürrem Sultan’dan sonra, kimseyi nikâhlamadığı gibi, şimdiki padişahın odalık usulüne son derece sadık kaldığını ve veliahdını da o yolda yürüttüğünü öğrenmişti. Bu sebeple Manisa sarayında kendine nasıl bir rol ve vazife düştüğünü -eksiksiz- biliyordu. Lakin şehzadenin daha ilk yüzleşmede, kollarını aça aça üzerine yürüyeceğini ve bu hamlede muvaffak olamayınca bir hamam sohbeti teklif edeceğini hatırına getirmiş değildi. Beş on gün olsun bir anlaşma ve kaynaşma devri geçireceğini umuyordu. Bu ümidinde aldanmış, kâhya kadının pek kabaca davranışından da müteessir olmuş bulunduğundan şehzadeye dert yanmak, sızlanmak kararını almıştı. Bu dert yanışta, bu sızlanışta, yüzüne nasıl bir renk, sesine nasıl bir ahenk vereceğini kestiremediği için de üzülüyordu. Fakat şehzadenin, Raziye Hatun’a atılan tekmeyi hoş görmesi ve kendisini sitemli bir bakış atmak suretiyle olsun tekdir etmemesi, o üzüntüyü cürete çevirmişti ve işte bu yaygarayı koparmıştı.
Maksadı, işaret edildiği üzere, nikâhlanma işine kuvvetlice temas etmekti ve yapacağı hamle boşa giderse kendini -kabil olduğu kadar- pahalıya satmaktı. Cüceler, kimsenin ihtimal vermediği ve veremeyeceği müdahalelerde onu, hakikate yaklaştırdıkları gibi şehzadeyi de gazaba gelmekten, tamiri imkânsız işler yapmak zoruna düşmekten uzak tutmuşlardı. Şimdi ortada bulutsuz bir sema vardı. Şehzade o lekesiz sema içinde birçok zevk kaynakları, birçok safa nüveleri keşfederek ruhi gevişler getiriyordu, Bafa da aynı semada, kendi istikbalini -hale hale, kehkeşan kehkeşan, burç burç- seyrederek hissen baygınlıklar geçiriyordu.
Cücelerin şevki, idaresi altında onların buldukları uzlaşma şartları şunlardı: Şehzade, on gün Bafa’yı misafir sayacak, dinlenmesini kolaylaştıracak, saray kadınlarıyla onu tanıştıracak ve hakiki bir gözde olduğunu herkese karşı tebarüz ettirmek için şanına, şerefine düşen lütufkârlığı yapacak. Bafa da on gün sonra gecesini, gündüzünü -kayıtsız ve şartsız- şehzadenin himmetine bağlayacak!..
Cüce Nasuh, o uzun muhavere sırasında bir sırasını düşürüp Osmanlı saraylarında padişahlarla, şehzadelerle pazarlığa girişmenin, mukavele veya muahede yapmanın görülmüş şeylerden olmadığını ve Şehzade Murat tarafından gösterilen uysallığın, bu sebeple büyük bir iltifat, büyük bir ikram sayılması lazım geleceğini Bafa’ya anlatmıştı. Zaten o da Venedik duçelerine, Alman imparatorlarına, Fransa krallarına çok yükseklerden bakan ve o haşmetpenahları huzurlarında titreten Kubat Çavuşların efendileri olan padişahlarla prenslerin şakaya gelir insanlar olmadığına kanaat besliyordu. Yalnız Yaradan’a sığınıp bahtını sınamak, kendini şehzadeye nikâhlatmak istemişti. Bu tecrübenin müspet netice vermediğini görünce -ki şehzade böyle bir arzudan bile haberdar olmamıştı ve Bafa’yı o dilekten cücelerin zekâsı çevirmiş bulunuyordu- tabiatıyla kanaatkâr göründü, ne kazandıysa onunla iktifaya rıza gösterdi.
Şimdi o, haşin davranarak kalbini kırmış olduğunu sandığı şehzadeye hulus çakmak, yaltaklanmak ve kendini şuhluğuyla da beğendirmek ihtiyacına kapılmıştı. Uzlaşma şartları -cücelerin himmetiyle-kararlaşıp münakaşa bitince yerinden gülümseye gülümseye kalktı, cüce Cafer’i kucağına alarak, büyük odanın bir köşesine gitti, orada cüceyle dudak dudağa bir şeyler konuştu, sonra Cafer’i yere bırakıp geri geldi, şehzadenin önünde Avrupakari zarif bir reverans yaptı ve ardından ilerleyip -yine istiğrak âlemine dalmak üzere bulunan- şehzadenin iki elini tuttu, acip olmakla beraber, kulağına latif gelen bir Türkçeyle sordu:
“Siz, beni sevecek?”
Murat, ihtiyarsız, “Evet, evet!” diye bağırınca da -yine Türk diliyle-şunları söyledi:
“Ben de sizi sevecek?”
Şehzade, hiçbir kadından duymadığı o sualle, bu hatimeden yüreğine sızan renk renk haz içinde gaşyolup gitmek üzereydi. Fakat kızın şuhluğuna şehzadece bir mukabelede bulunmak lazım geldiğini hatırladığından kendini topladı, parmağındaki -Mısır’ın bir yıllık vergisi kıymetindeki- elmas yüzüğü çıkarıp Bafa’nın parmağına -elleri heyecandan titreye titreye- taktı. Viyana sarayından gönderilmiş olmak itibarıyla hakiki kıymeti kadar, tarihî değeri de yüksek olan kubbeli ve elmaslı saatini de kuşağı arasından çekip çıkardı, cüce Cafer’e uzattı.
“Al bre mızrak boylu…” dedi. “Şu saati. Kıza öğrettiğin sözlerin bedeli olsun!”
Cafer,