İstanbul. Edmondo De Amicis

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İstanbul - Edmondo De Amicis страница 11

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İstanbul - Edmondo De Amicis

Скачать книгу

açık bir yelpazeye benzer ve tepenin doruğuna yerleştirilmiş kule bu yelpazenin sapı gibidir. Kule konik çatılı, koyu renkli, oldukça yüksek ve yuvarlaktır, çatısının altında geniş pencereler bir tur atarlar ve bu hâliyle burası şeffaf bir teras gibi görünür. Burada şehirde çıkan yangınları haber verebilmek için gece ve gündüz bir bekçi bekler. Ceneviz Galata’sı, Galata’yı Pera’dan ayıran surların bitişiğinde yükselir, bu surlardan geriye artık tek bir iz bile kalmamıştır. Kule de zaten savaşırken hayatını kaybeden Cenevizlilerin anısına dikilen o eski İsa Kule’si değildir, Sultan II. Mahmud onu yeniden inşa ettirmiş, III. Selim ise ilk defa restore ettirmiştir lakin yine de burası Cenevizlilerin şanıyla taçlandırdığı bir anıt olarak hatırlanacaktır ve burada bir İtalyan, Şark imparatorluğuna karşı direnen ve ana vatan bayrağını bu kulede yüzyıllar boyunca dalgalandıran o yürekli ve kahraman bir avuç tüccarı, denizciyi ve askerî gururla düşünmeden edemez. Kuleyi geçince kendimizi bir Müslüman mezarlığında bulduk.

      GALATA MEZARLIĞI

      Galata Mezarlığı denilen yer, Pera’nın yamaçlarından Haliç’e kadar dik bir şekilde inen, eğri büğrü ve her yana düzensizce dağılmış taş ve mermer sütununu gölgelendiren büyük bir servi ormanıdır. Bu sütunlardan bazıları sarık şeklindedir ve üzerlerinde renkler ve yazılar görülür, bazıları ise sivridir, birçoğu devrilmiştir, kimilerinin tepesindeki sırık öyle koparılıp atılmıştır ki, insan bunların Sultan Mahmud’un öldükten sonra bile kafalarını uçurmak istediği yeniçerilere ait mezarlar olduğunu düşünür. Büyük çoğunluğu baş tarafa ve ayak ucuna yerleştirilen bir taş ile belli olur ve bunların ortasında bir toprak tümsek vardır; Müslümanların inancına göre Nekir ile Münkir isimli iki melek merhumun ruhunu yargılamak için bu iki taşın üzerinde oturur. Yer yer alçak bir duvar ya da korkulukla çevrili toprak setler vardır ve bunların tam ortasında kavuklu bir sütun ile onun etrafına dizili küçük sütunlar bulunur: Burada eşleri ve çocukları arasına gömülmüş bir beyzade ya da paşa yatmaktadır. Ormanın içindeki yollar birbirinin içinden geçerek kıvrıla kıvrıla bir sürü küçük yolla kesişe kesişe gider; gölgede oturan bazı Türkler çubuklarını tüttürürler, mezarların arasında birkaç çocuk hoplayıp zıplar, birkaç inek otlanır, yüzlerce kumru servilerin dalları arasında öter durur, örtülü kadınlarlar grup hâlinde geçerler ve servilerin arasından İstanbul’un ışıltılı minarelerinin beyazına karışan Haliç’in mavisi parlar.

      PERA

      Mezarlıktan çıktık, Galata Kulesi’nin dibinden geçtik ve Pera’nın ana sokaklarından birine daldık. Pera, denizden yüz metre kadar yüksekliktedir, havadar ve eğlenceli bir yerdir, Haliç’i de Boğaz’ı da görür. Avrupa kolonisinin West End’idir, zarafetin ve zevklerin şehridir. Yürüdüğümüz yolun her iki tarafında İngiliz ve Fransız otelleri, şık kahveler, ışıltılı dükkânlar, tiyatrolar, konsolosluklar, kulüpler, büyükelçilik sarayları bulunur ve bunların arasında Pera’ya, Galata’ya ve Boğaz’ın kıyılarındaki Fındıklı Mahallesi’ne bir kale gibi hükmeden Rus elçiliğinin taş sarayı yükselir. Buradaki kalabalık Galata’dakinden epey farklıdır. Erkekler silindirik, kadınlar ise çiçekli ve tüylü şapkalar takarlar. Narin mi narin Rumlar, İtalyanlar ve Fransızlar, varlıklı esnaflar, sefaret memurları, yabancı gemi memurları, büyükelçi arabacıları ve her milletten ne iş yaptığı belirsiz bir yığın insan vardır burada. Türk erkekleri, berber dükkânlarındaki bal mumundan yapılmış kafaları hayran hayran seyrederken, Türk kadınları şapkacıların vitrinlerinin önünde ağızları bir karış açık şekilde dikilir dururlar; Avrupalı yolun ortasında yüksek sesle konuşur, kahkahalar atar, Müslüman ise sanki başka birinin evindeymiş gibi hissederek İstanbul’daki hâline göre burada başı öne eğik yürür. Birdenbire arkadaşım beni geri döndürdü ve İstanbul’a şöyle bir baktık: bulunduğumuz yerden bakınca uzakta da olsa Sarayburnu tepeleri, Ayasofya ve Sultan Ahmed’in minareleri mavi renkten bir tülün arkasında parlıyordu o anda içinde bulunduğumuzdan başka bir dünyadaydık sanki. Arkadaşım “Şimdi şuraya bak.” diyince gözlerimi indirdim ve bir vitrindeki “La Dame Aux Camelias, Madame Bovary, Mademoiselle Girauf ma Femme” İsimli romanları gördüm. Bu ani geçiş beni de heyecanlandırdı ve düşünebilmek için orada bir süre kaldım. Sonra ben arkadaşımı gördüğüm muazzam güzellikteki kahvehaneyi göstermek için durdurdum: Kahvehane uzun ve geniş bir koridora sahipti, bu koridorun sonunda genişçe bir pencere vardı ve bu pencereden çok uzaklardaymış gibi görünen Üsküdar, güneşin ışığıyla parlıyordu.

      Ana caddede ilerlemeye devam ediyoruz ve neredeyse sonuna gelmişiz. Bu esnada güçlü bir ses duyuyoruz: “Seni seviyorum Adele, seni yaşamaktan daha çok seviyorum! Şu dünyada kimsenin kimseyi sevemeyeceği kadar çok seviyorum.” Arkadaşımla şaşkın şaşkın birbirimize bakıyoruz, nereden geliyor bu ses? Etrafa şöyle bir bakınca, ahşap bir korkuluğun aralıklarından iskemleler ile dolu bir bahçe, bir sahne ve prova yapan komedyenleri görüyoruz. Bizim hemen yanımızdaki Türk bir hanımefendi de aralıklardan sahneyi izliyor ve kahkahalarla gülüyor. Derken yanımızdan geçen yaşlı bir Türk başını sallayarak geçip gidiyor. Kahkahalarla gülen Türk hanım birden bir çığlık atarak kaçmaya başlıyor; oradaki diğer kadınlar da çığlık atıp uzaklaşıyorlar. Neler oluyordu böyle? Ellili yaşların üzerinde bir adam oradan geçiyordu, bu Türk’ü tüm İstanbul bilirmiş, çünkü IV. Mehmet hükümdarlığı zamanında ünlü türk keşişinin tüm Müslümanlara yapmak istediği gibi dolaşıyordu: tepeden tırnağa çırılçıplak. Zavallı haykırıp gülerek çakıl taşlarının üzerinde zıplıyor, bir sürü küçük haylaz çocuk korkunç bir gürültüyle peşinden gidiyordu. Tiyatronun kapıcısına: “İnşallah yakalarlar.” derken kapıcı: “Ancak rüyalarında yakalarlar onu.” diye yanıt veriyor. “Aylar oldu şehirde elini kolunu sallayarak bu hâlde geziyor.” Bu esnada caddedeki dükkânlardan fırlayanlar, kaçışan kadınlar, yüzleri peçeli genç kızlar, örtülen kapılar, pencerelerden içeri kaçan kafalar görüyorum. Bu olay her gün oluyor ancak belli ki kimsenin düzelteceği yok.

      Pera’nın sokaklarından çıkınca kendimizi servi ağaçlarından oluşan bir korunun gölgelendirdiği ve dört bir tarafı duvarlarla çevrili bir Müslüman mezarlığının önünde buluyoruz. Daha yeni örülen bu duvarların yapılma nedenini birileri bize söylememiş olsa hayatta aklımıza gelmezdi: Ölülerin istirahat alanı olan bu kutsal orman, askerlerin gizli aşk yuvasına dönüşüvermişti. Gerçekten de daha ileri gidince Halil Paşa tarafından yaptırılan muazzam topçu kışlaları ile karşılaşıyoruz: Türk rönesansının Mağribi tarzına örnek iştigal eden yapı dikdörtgen şeklindedir, ince sütunlarla çevrelenmiş ve üzerinde Mahmut’un altından yıldızı ile ayının yerleştirildiği bir kapısı, çıkıntılı galerileri ve armalar, girişik bezemeler ile süslenmiş pencereleri vardır. Kışlanın önünden gezi yolu geçer, bu yol Pera’nın bir uzantısıdır ve bu sokağın ardından genişçe bir talimhane ve bu talimhaneden de diğer köyler uzanır. Burada iş günlerinde derin bir sessizlik hüküm sürer, pazar akşamları ise Pera’nın tüm elit ahalisi müthiş bir kalabalık ve bir alay araba eşliğinde kışlanın diğer tarafındaki bahçelere, birahanelere ve kahvelerine doluşur. Bu kahvelerden birinde ilk molamızı verdik; Pera sosyetesinin en seçkin simalarının buluştuğu Cafe Bella Vista gerçekten isminin hakkını veriyor, çünkü yamaçta bir teras gibi yükselen geniş bahçesinden büyük bir Müslüman mahallesi olan Fındıklı, gemilerle kaplı Boğaziçi, bahçelerin ve köylerin her yerine dağıldığı Anadolu yakası, beyaz camileriyle Üsküdar, insana sanki rüyadaymış hissi veren eşsiz güzellikteki

Скачать книгу