İstanbul. Edmondo De Amicis

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу İstanbul - Edmondo De Amicis страница 13

Автор:
Жанр:
Серия:
Издательство:
İstanbul - Edmondo De Amicis

Скачать книгу

dört bir yanı otlaklık ve bahçelerle dolu bir semttir. Kasımpaşa’nın tepesinde gözlerinizi alamayacağınız bir manzaranın tadını çıkarabilirsiniz. Aşağıda, kıyıların üzerinde dev bir tersane görünür, savaş sırasında liman görevi gören bu tersane Haliç boyunca bir millik bir alanda kurulmuştur ve içindeki havuzlar, imalathaneler, meydanlar, depolar ve kışlaları ile bir labirenti andırır. Aynı zamanda burada, suyun üzerinde yüzermiş gibi duran ve beyazı Galata Mezarlığı’nın yeşilliği ile daha da belirginleşen zarif Bahariye Nezareti sarayı, demir atmış hareketsizce bekleyen savaş gemileri ile Kırım Savaşı’ndan kalma eski fırkateynlerin ortasında içi insan dolu tekneler ve vapurlar, içi kayık kaynayan liman, karşı kıyıda İstanbul; sütunları gökyüzünün mavisine ulaşan Valens su kemeri, büyük Fatih ve Süleymaniye Camileri, bir yığın ev ve minare bulunur. Bu manzaranın tadını çıkarabilmek için bir Türk kahvesinde oturarak istesen de istemesen de İstanbul’da kaldığın süre boyunca her gün içmek zorunda olduğun on iki bardağın dördüncüsü ve beşincisini içmeye koyulduk. Küçük bir yerdi ama diğer tüm Türk kahveleri gibi oldukça değişikti. Belki de burası Muhteşem Süleyman’ın zamanında kurulan ya da IV. Murat’ın geceleri devriye gezerken yasak likör içerken yakaladığı vatandaşların pataklandığı kahvehanelerden biriydi. Tutucu ulemaların dediği gibi uyku ve zürriyet düşmanı bu kahveler kim bilir ne kanlı savaşlara, ne ilahiyatçı tartışmalarına ne padişah fermanlarına sebep olmuştur, daha açık fikirli ulemalara göre ise “hayaller ve rüyalar ciniydi” bu mekânlar, şehvet ve tütünden sonra en fakir Osmanlı’nın bile tadabileceği bir tattı kahve ve artık gönül rahatlığı ile Galata Kulesi’nin ya da Serasker Kulesi’nin tepesinde, tüm vapurlarda, mezarlıklarda, berber dükkânlarında, hamamlarda, pazarlarda her yerde içebilirsiniz. İstanbul’un hangi yerinde olursanız olun, hiç arayıp sormaya gerek kalmadan “Kahveci!” diye bağırın, üç dakika içinde dumanı tüten bir fincan kahveyi önünüzde bulursunuz.

      KAHVEHANE

      Bulunduğumuz kahvehane bembeyaz bir odadaydı, ancak bir insan boyu yüksekliğinde tahtalarla desteklenmişti ve dört duvara dayalı alçak bir divanı vardı. Odanın köşesinde kanca burunlu bir Türk küçük bakır cezvelerde kahve pişiriyor, içine az da şeker eklediği cezvedeki kahveyi usul usul fincanlara boşaltıyordu. İstanbul’da her müşteriye özel kahve yapılır ve yanında bir bardak su ile servis edilir çünkü Türkler kahve fincanından bir yudum almadan önce mutlaka su içerler. Bir duvarda küçük bir ayna asılıydı, aynanın yanında içine usturaların, tıraş takımlarının yerleştirildiği raf gibi bir şey vardı; zira Türk kahvelerinin çoğunluğu aynı zamanda berber dükkânı olarak kullanıldığı ve kahveciler aynı zamanda kesip biçmek gibi işleri de yaptığı için müşteriler kahvelerini içerken dükkân çalışanlarının kurbanlarını doğradığı görülmemiş değildir. Karşı duvarda, yılanlar gibi kıvrılan uzun marpuçlu kristal nargileler ve kiraz ağacından yapılmış toprak çubuklarla dolu başka bir raf asılıydı. Divanın üzerine oturmuş, düşünceli görünen beş Türk nargilesini içerken, diğer üçü aralıksız dizilmiş alçak hasır taburelerin olduğu kapının önünde sırtlarını duvara vermiş ağızlarında bir çubukla bekleşiyorlardı, bu sırada dükkândan genç bir çocuk devetüyünden cüppe giymiş dev bir dervişi saç tıraşı ediyordu. Kimse oturduğumuz yöne bakmıyor, kimse konuşmuyordu. Kahveci ve çırağı dışında hiç kimseden ses çıkmıyor, hiç kimse en ufak bir hareket yapmıyordu. Nargile suyunun kedilerin mırıldandıklarında çıkardığı sese benzer fokurdamasından başka kahvede çıt çıkmıyordu. Hepsi gözlerini kırpmadan önüne bakıyordu ve hiçbirinin yüzünde tek bir anlamlı ifade yoktu. Bal mumu heykellerle dolu küçük bir müzedeydik sanki. Bunun gibi kaç sahneyle dolu hafızam. Ahşap bir ev, içinde oturan bir Türk, çok uzaklarda görünen bir manzara, dev bir ışık, derin bir sessizlik: İşte Türkiye! Hollanda denilince insanın aklına bir su kanalının ya da bir yel değirmeninin gelmesi gibi Türkiye denilince benim de zihnimde hemen bu görüntüler canlanıyor.

      PİYALEPAŞA

      Kasımpaşa’nın yüksek tepelerinden tersaneye kadar inen büyük bir Müslüman mezarlığının yanından kuzeye doğru çıktıktan sonra ortasındaki bahçelerin ve bostanların yeşilliği arasına saklanmış küçük bir mahalle olan Piyalepaşa’ya vardık ve buraya adını veren caminin önünde durduk. Altı zarif kubbenin yükseldiği, kemerli ve ince sütunlarla çevrili avlusu, incecik minaresi ve etrafını bir taç gibi saran dev servi ağaçlarıyla bezeli bir camiydi bu. Orada bulunduğumuz saatte etraftaki tüm evlerin kapıları kapalıydı, sokaklar ıssızdı, caminin avlusu da terk edilmiş gibi bomboştu, öğle güneşinin yaydığı ışık ve bu saatlerde çöken ağırlık yüzünden etrafta at sineklerinin çıkardığı vızıltılar dışında hiçbir ses yoktu. Saate baktık: on ikiye üç dakika vardı: müezzinlerin İslam’ın kutsal çağrısını dört bir yana duyurabilmek için camilerin minaresine çıktığı, Müslümanların beş önemli vaktinden birindeydik. Bu vakitte peygamberin habercisi olarak müezzinin belirmediği tek bir cami bile yoktur İstanbul’da ancak yine de bu devasa şehirde, bu ıssız camide, bu saatte, bu derin sessizlikte, birinin ortaya çıkıp bu sesi dört bir yana duyuracak olması mümkün değilmiş gibi geliyordu. Saatimi elime aldım, sessizce dakikaların ilerleyişini izlerken bir yandan da yüksekliği neredeyse üç katlı bir ev kadar olan minare şerefesinin kapısına bakıyor, merak içinde bekliyordum. Yelkovanın siyah ucu tam altmışıncı saniye çizgisine dokundu ancak kimse görünmedi. “Gelmeyecek!” dedim. “İşte!” dedi Yunk. Müezzin görünmüştü. Şerefenin korkuluğu onu saklıyor, bu kadar uzaklıktan yüzü hariç hiçbir fizyolojik özelliği ayırt edilemiyordu. Birkaç dakika boyunca hareketsizce durdu, sonra kulağını parmaklarıyla kapadı ve yüzünü gökyüzüne doğru çevirdi, keskin, yavaş, kusursuz bir ses tonu, kederli ve görkemli bir aksan ile Afrika, Asya ve Avrupa’da da yankılanan o kutsal kelimeleri okumaya başladı : “Allah büyüktür! Allah’tan başka ilah yoktur! Muhammed Allah’ın resulüdür! Haydi namaza! Haydi kurtuluş ve feraha! Allah’tan başka ilah yoktur! Haydi namaza!” Müezzin şerefede yarım tur döndü ve aynı sözleri kuzeye doğru tekrarladı, sonra doğuya ve batıya en sonunda kayboldu. Bu sırada uzaklarda yardım isteyen birinin çığlığıymış gibi yankılanan bir sesin son notaları cılız cılız kulağımıza geliyordu. Sonra ses kesildi ve sanki o cılız ses yalnızca ikimizi duaya çağırmış gibi, belli belirsiz bir hüzün hissederek Allah’ın terk ettiği iki zavallı gibi sessizliğe gömüldük. Hiçbir çan sesi kalbime ezan kadar derinden dokunmamıştır, böylece o gün neden Muhammed’in, müminleri ibadet etmeye çağırmak için, Yahudiler gibi trompet ya da Hristiyanlar gibi çan tercih etmeyip insan sesini tercih ettiğini anladım. Bu seçim üzerine peygamber de uzun süre kararsız kalmış, eğer çan seçmiş olsaydı Doğu bugün bambaşka görünecekti, minareler olmayacak şehrin ve Doğu’nun bu kendine has ve en güzel özelliklerinden biri kaybolacaktı.

      OKMEYDANI

      Piyalepaşa’dan batıdaki tepelere tırmanırken kendimizi çorak topraklı geniş bir alanda bulduk. Burada Eyüp Mahallesi’nden Sarayburnu tepelerine kadar tüm Haliç ve İstanbul ayaklarımızın altındaydı; dört mil boyunca uzanan bahçe ve camiler, cennetten bir parçaymış gibi diz çöküp hayranlıkla izlenebilecek bir ihtişam, bir zarafet. Burası sultanların Pers kralları gibi ok atmaya geldikleri yer, Okmeydanı. Burada birbirine eşit olmayan mesafelerde, sultanların oklarının nereye düştüğünü gösteren, üzeri yazılı birkaç mermer sütun duruyordu. Sultanların yaylarını gerdiği zarif köşk de hâlâ buradadır. Sağ tarafta, kırlık bölgelerde, padişahın hünerini temsil eden paşa ve beyzadelerden oluşan uzun bir sıra oluşur, sol tarafta, düşen okların yerini

Скачать книгу