İstanbul. Edmondo De Amicis
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İstanbul - Edmondo De Amicis страница 17
Eğlenip oyalanmak için her bütçeye uygun kumaşlar satan Frenk dükkânlarına girmek gerekir. Siz içeri girer girmez, etrafınızı nereden geldiğini anlayamadığınız insanlar sarar. Yalnızca tek bir kişiyle konuşabilmek asla mümkün değildir. Her zaman tüccarların, ortaklarının, simsarların, çırakların oluşturduğu altı yedi kişilik bir kalabalığın ortasında kalırsınız. Şayet birinden kurtulursanız, hemen bir diğeri sizi yakalayıverir: burada kötü sondan kaçmanın hiçbir yolunu bulamazsınız. Mallarını satabilmek için nasıl bir beceriyle, sabırla, inatla ve şeytani oyunlarla uğraştıklarını anlatmaya kelimeler yetmez. Çok kabarık bir fiyat isterler, üçte birini teklif edersiniz ya bıkmış bir ifadeyle kollarını yana bırakırlar ya umutsuzca ellerini alınlarına koyarlar ya da hiç cevap bile vermezler veya kalbinize dokunmak için bir okyanus dolusu kelime döküverirler önünüze: Siz ne de zalim bir insansınız, dükkânı kapattırmak mı istiyorsunuz tüccara? Kazandıkları üç kuruşu kaybetsinler de fakir olsunlar mı istiyorsunuz? Çocukları da mı hiç düşünmüyorsunuz? Bu kadar kötü davranışı ne yaptılar da hakettiler. Size bir malın fiyatını söylerken, yan dükkânın simsarı size yaklaşır ve kulağınıza fısıldar: “Aman alayım demeyin, sizi kazıklıyolar.” Siz de samimi olduklarını sanırsınız oysa onlar tüccarla iş birliği içindedirler, güveninizi kazanabilmek adına şal için sizi kazıkladıklarını söylerler ve üzerinden bir dakika geçmeden şal yerine kilimi almanızı tavsiye ederler. Siz kumaşları incelerken, onlar kaş göz, el kol hareketleri, dirsek dürtmeler yarım yamalak kelimelerle aralarında anlaşırlar. Eğer Yunanca biliyorsanız, Türkçe konuşurlar, eğer Türkçe biliyorsanız Ermenice konuşurlar, eğer Ermenice biliyorsanız İspanyolca konuşurlar velhasıl her durumda aralarında anlaşmanın bir yolunu bulurlar. Eğer inat eder de hiçbir şey almazsanız, sizi yağlayıp ballamaya başlarlar: dillerini ne kadar iyi konuştuğunuzu, ne kadar efendi, aklı başında biri olduğunuzu, bıraktığınız iyi izlenimi asla unutamayacaklarını söylerler, memleketinizden bahsederler, bir zamanlar orada bulunduklarını anlatırlar zaten gitmedikleri yer görmedikleri şehir kalmamıştır, size kahve yaparlar, giderken size gümrüğe kadar eşlik etmeyi teklif ederler, sizi kötüye kullanacaklarından korktukları içindir sözde, oysa niyetleri sizi ve varsa yol arkadaşlarınızı kumpasa düşürmektir, tüm dükkânı altüst eder, tüm malları önünüze sererler, şayet bir şey almayacak olursanız da kırılmaz, surat asmazlar: nasıl olsa bugün olmasa bile başka bir gün illa bir şey alacağınızı düşünürler, elbet yine çarşıya yolunuz düşecek, av köpekleri sizi mutlaka tanıyacaktır, onların eline düşmeseniz bile mutlaka bir ortaklarının eline düşersiniz, tüccar olarak derinizi yüzemedilerse, simsar olur yine yüzerler, dükkânda canınıza okuyamadılarsa, gümrükte işlerini göreceklerdir: asla sonunda başarısız olmazlar. Nasıl bir toplumdan geliyor bu insanlar? Kimse anlamaz. Farklı farklı dilleri konuşmaktan kendi yerel şivelerini kaybetmişlerdir, sürekli başka biriymiş gibi rol yaptıkları için kendi ırklarının fizyolojik görünümünü de değiştirmişlerdir; nereli olmaları istenirse o milletten olurlar, hangi mesleği icra etmeleri gerekirse o mesleği icra ederler, tercüman, rehber, tüccar, tefeci hepsini bir bir olurlar, her şeyden öte otlanmak sanatını dünya üzerinde en iyi yapan eşsiz sanatçılardır bunlar.
Müslüman tüccarlar hiç de farklı bir izlenim sergilemezler. Aralarında; Bayezid ve Fatih zamanının ete kemiğe bürünmüş hâli olan Türk ihtiyarlar vardır, ancak onlara nadir rastlarsınız. Bunlar Mahmut’un reformları ile ilk çöküşlerini yaşamışlardır; günden güne çökmekte ve değişmektedirler. Cami kubbesi şeklindeki devasa eski sarıkları ile Süleyman zamanından kalma bu ihtiyarları görebilmek için Kapalıçarşı’ya gelmeniz ve bakışlarınızı daracık sokakların en tenha köşelerindeki dükkânların karanlık noktalarına dikmeniz gerekir; dükkânlarda ifadesiz suratlar, cam gibi kırpılmayan gözler, çengelli burunlar, uzun beyaz sakallar, antik turuncu ve mor kaftanlar, belinde koca kuşaklarla kat kat kıvrılmış bol şalvarlar, kibirli ve aynı zamanda kederli davranışlar, afyondan kızaran ve ateşli bir inançla aydınlanan yüzler görürsünüz. Nişlerin dibinde kolları çapraz, bağdaş kurup put gibi hareketsiz oturarak ağızlarından tek bir kelime çıkmadan kaderlerine yazılan müşterileri beklerler. İşler yolunda giderse, mırıldanırlar: “Maazallah! Allah’ım sana şükürler olsun!” eğer işler kötü giderse “Olsun! Öyle olsun.” der ve pes eder şekilde kafalarını eğerler. Kimisi Kur’an okur, kimisi Allah’ın doksan dokuz ismini dikkatsizce mırıldanarak tespihin boncuklarını parmaklarının arasında gezdirir durur, kimisi de işinde gücündedir, nargilelerini içerler, şehvetli bakışlarını ağır ağır etrafında gezdirirler, gözlerinden uyku akar, kimisi de sanki derin bir düşünceye dalmış gibi alnını kırıştırır ve gözlerini kısar. Ne düşünüyorlardır kim bilir? Belki Sivastopol surları arasında can veren çocuklarını, dağılmış kervanlarını, kaybolan umutlarını ya da peygamberin vadettiği, hurma ağaçları ve lal ağaçları gölgesinde, ne bir insana ne de bir canlıya asla saygısızlık etmeyen siyah gözlü bakirelerle evlendikleri cennet bahçelerini düşünüyorlardır. Hepsinde tuhaf bir yön vardır, hepsi resmedilmeye değecek kadar çarpıcıdır, her dükkân heyecan ve macera dolu bir resmin çerçevesidir. Şuradaki kuru ve esmer adam mücevher ve kaymak taşı yüklediği develerini kendi vatanının topraklarından bizzat getiren ve gelirken çöl soyguncularının attığı mermilerin kulağını defalarca sıyırdığı bir Arap’tır. Sarı sarıklı ve efendi görünümlü bir diğeri Sur ve Sayda ipeklerini getirmek için Suriye’nin tenha topraklarını tek başına atıyla katetmiştir. Eski bir Acem şalı ile şapkasını sarmış, alnında büyücülerin onu ölümden kurtarmak için açtıkları yaraları olan ve Teb’deki büyük heykellere ya da piramitlerin tepelerine bakıyormuş gibi kafası hep dimdik duran şu zenci Nubia’dan gelmiştir. Solgun yüzlü, siyah gözlü, beyaz bir cüppe giymiş şu yakışıklı Faslı ise ipek pelerinleri ve halılarını Atlas dağlarının batı yamaçlarından taşımıştır. Yeşil sarıklı Türk, hacca daha bu yıl gitmiş, Anadolu’nun uçsuz bucaksız ovalarının tam ortasında susuzluktan ölen arkadaşları ve akrabalarını gördükten sonra, ölmek üzereyken Mekke’ye varmış, sürüne sürüne Kâbe’yi yedi kez tavaf etmiş, Hacerü’l-esved’i öpücüklere boğarken bayılarak yere düşmüştür. Beyaz yüzlü, kemer kaşlı, şimşek gözlü bir tüccardan çok bir savaşçıyı andıran şu iri yarı hırs ve gurur abidesi, kürklerini gençliğinde birden fazla Kazak’ın kellesini uçurduğu Kafkasya’nın kuzey bölgelerinden getirmiştir. Basık yüzlü, küçük ve eğik gözlü, bir atlet gibi kaba ve tıknaz gariban yün tüccarı daha yakın zamanda Timurlenk’in türbesini koruyan devasa kubbenin gölgesi altında duasını etmiştir: Semerkând’dan yola çıkıp dev Buhara çöllerini aşmış, Türkmen ordularının arasından geçmiş, Çerkez kurşunlarından kaçmış, Trabzon camilerinde Allah diye