İstanbul. Edmondo De Amicis
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İstanbul - Edmondo De Amicis страница 19
Kapalıçarşı’nın öyle bölümleri vardır ki eğer yabancıysanız yanınızda bir simsar ya da bir tüccar olmadan buraları gezemezsiniz. Bunlar şehrin bölündüğü küçük mahallelerin iç kısımları, çevresinde müdavim bir kalabalığın tur attığı sokaklarla çevrili küçük adacıklardır. Nasıl ki küçücük sokaklarda yolu kaybetme tehlikesi varsa bunların içinde de kendinizi kaybetmemeniz imkânsızdır. Tonozlarına çarpmamak için kafanızı eğmeniz gereken, bir insanın sığabileceğinden birazcık daha geniş koridorlardan minicik bir ışığın aydınlattığı kutular ve balyalarla dolu avlulara çıkarsınız, ahşap merdivenlerden iner, fenerlerle aydınlatılmış başka avlulardan geçer, yer altına iner, tekrar gün ışığına çıkar, nemli tonozlar altında, yosun tutmuş siyah duvarlar arasında kıvrılan, gizli, küçük kapılara açılan, insanı hiç beklemediği şekilde başladığı yere geri döndüren sokaklardan geçilir ve her yerde bir görünüp bir kaybolan gölgeler, köşelerde hareketsiz duran hayaletler, malları karıştıran ya da para sayan bir kalabalık, bir yanıp bir sönen ışıklar, nereden geldiği belli olmayan aceleci ayak sesleri ve ne olduğunu anlayamadığınız kara gölgeler ile karşılaşmalar, hiç görülmemiş ışık oyunları, şüpheli ilişkiler, tuhaf kokuların hepsi buradadır ve insan kendini sanki bir büyücü mağarasının kıvrımlarında hapsolmuş ve dışarıya kendini atabilmeyi dört gözle bekliyormuş gibi hisseder.
Simsarlar neredeyse hemen her şeyin bulunduğu sapa dükkânlara yabancıları çoğunlukla bu tenha sokaklardan geçirerek götürürler: bu dükkânların bulunduğu yer Kapalıçarşı’nın bir minyatürü gibidir; buralar insanın büyük bir merakla ziyaret ettiği ancak en pintinin bile cebinde ne var ne yoksa dökebileceği çok garip ve nadir eşyaların satıldığı antika dükkânları ile doludur. Her şeyden biraz biraz anlayan bu simsarlar, katıksız kurnazlardır ve diğer meslektaşları gibi her dilden anlarlar, insanları kandırmak için çok iyi rol keserler ve başarısız oldukları çok nadir görülür. Dükkânların odacıklarının neredeyse tümü karanlıktır, sandık ve dolaplarla doludur, o kadar darlardır ki bir şey bulmak için ışığı açmanız gerektiğinde dönecek yeri zor bulursunuz. Tüccar, fil dişi ve sedef kakmalı bazı eski dolaplar, çin porselenleri, Japon vazoları gösterdikten sonra size özel bir şey göstereceğini söyler, çekmecelerden birini açar ve içinden çıkardığı ıvır zıvır yığınını masaya boca eder: tavus kuşu tüyünden bir yelpaze, eski Türk sikkelerinden yapılmış bir bilezik, sultanın resminin altınla işlendiği deve tüyü bir yastık, Cennet Kitabı’ndan alınmış da boyanmış gibi duran bir Acem aynası, Türklerin kiraz kompostosu içtikleri bir boynuz kaşık, Osmanlı ordusundan birinci bir Osmanlı nişanı. Tüccar içlerinde beğendiğiniz bir şey yok mu diye sorar, bu durumda başka bir çekmeceyi ters çevirir ve döker, bu da sizi bekleyen çekmecelerden biridir. Kırık bir fil dişi, saç örgüsüne benzeyen gümüş bir Trabzon bileziği, bir Japon idolü, Mekke’den sandal ağacı tarağı, oymalı ve işlemeli büyük bir Türk kaşığı, yaldızlı, gümüşten, lekeli eski bir nargile, Ayasofya’nın mozaiklerinden taşlar, III. Selim’in sarığına taktığı balıkçıl kuşu tüyünü tüccar size şerefi üzerine yeminler ederek gösterir ve hepsinin hakiki olduğuna sizi inandırır. Bunların arasında da mı hoşunuza giden bir şey yok? O hâlde başka bir çekmeceyi devirir, içinden Sennar’dan bir deve kuşu yumurtası, Acem mürekkebi, hareli bir yüzük, sadağı geyik derisinden yapılan bir Megrelya yayı, iki köşeli bir Çerkez kalpağı, yeşim taşından bir tespih, altın emaye parfümeri, bir Türk tılsımı, deveci bıçağı ve gül suyu şişesi dökülür. “Allah aşkına burada da mı beğendiğiniz bir şey yok?” “Hediye olarak almaz mısınız?” “Belki akrabalarınıza verirsiniz?” “Ya da eşiniz dostunuz yok mu onlara hediye edersiniz?” “Kilimler ya da kumaşları mı istersiniz yoksa o zaman size memnuniyetle yarenlik edeyim.” “İşte çizgili bir Kürdistan harmanisi beyim, işte bir aslan postu, çelik çivili Halep halısı, üç kuşak hayatta kalması garanti, üç parmak kalınlığında bir Kazablanka halısı, işte ekselansları biraz güveler yemiş ama bir servet ödeseniz de diktiremeyeceğiniz eski minderler, eski brokar kemerler, eski ipek yatak örtüleri. Caballero, mademki sizi buraya benim bir arkadaşım getirdi o zaman size bu eski kemeri bir hafta boyunca soğan ekmek yemek pahasına da olsa beş napolyona bırakırım.” Eğer tüm bunlardan sonra hâlâ ikna olmadıysanız tüccar kulağınıza eğilir ve sarayda sağır ve dilsizlerin korkunç bir şekilde boğdukları, III. Mehmed’in sadrazamı Nasuh Paşa’nın idam ipini size satabileceklerini söylerler, siz dönüp de yüzlerine gülerek bu dümeni yemediğinizi söylerseniz ise hemen şakacı bir havaya bürünüverirler ve son bir girişimde bulunarak paşaların önünde ve arkasında taşınan tuğlalardan birini önünüze fırlatırlar, bu da olmazsa o malum katliam gününde babası tarafından götürülen ve hâlâ üzerinde kan izleri bulunan bir yeniçeri kazanı, gümüşten hilal ve yıldızlarla süslenmiş Kırım bayrağının bir parçasını, akiklerle çevrili el yıkamak için kullanılan bir kâseyi, oymalı bakır bir mangalı, hecin develerinin boynuna takılan kabuklu ve çanlı bir tasmayı, su aygırı derisinden yapılma bir kamçıyı, altın mahfazalı bir Kur’an’ı, bir Horasan şalını, bir çift kadın pabucunu, kartal pençesinden yapılmış bir şamdanı önünüze serer sonunda tüm bunlara dayanamaz, hayallere kapılırsınız, tutkularınız açığa çıkar, içinizden cüzdanı, saati, ceketi ne varsa vermek ve karşılığında tüm bunların hepsini almak gelir; bu baştan çıkarmaya karşı koyabilmek için ya aklı başında bir evlat ya da çok ölçülü biri olmanız gerekir. Öyle ki burada kim bilir kaç sanatçı sabrını zorladı ve kaç zengin mirasını yitirdi.
Kapalıçarşı kapanmadan, son bir saatte neler olup bittiğini görmek için şöyle bir tur atmak icap eder. Bu saatlerde kalabalığın hareketi daha aceleci bir hâl alır, tüccarlar gelen geçeni daha buyurgan bir tavırla çağırır, Rumlar ve Ermeniler kollarında şal ya da kilimlerle dolaşarak bağırırlar, insanlar gruplar hâlinde toplaşır, alelacele pazarlıklar edilir, gruplar dağılır ve sonra başka bir yerde tekrar toplaşır, atlar, arabalar, yük hayvanları uzun bir sıra hâlinde çıkışa doğru yol alırlar. O saatte anlaşmaya varamadan tartışıp durduğunuz tüm esnaf bu yarı karanlıkta yarasalar gibi etrafınızı sarar, sütunların ardından size bakan kafalarını görürsünüz, sonra bir sapakta karşılaşırsınız, yolunuza çıkarlar, amaçları şu kumaşın, bu biblonun varlığını size hatırlatmak ve arzunuzu yeniden harekete geçirmektir. Zaman zaman arkalarında birtakım da olur: eğer siz durursanız onlar da dururlar, köşeden dönerseniz onlar da dönerler eğer geriye dönerseniz yiyecekmiş gibi bakan on çift gözle karşılaşırsınız. Ama artık etraf iyice kararmış, kalabalık azalmıştır. Uzun kemerli tonozların altında, ahşap bir minarenin tepesinden güneşin battığını haber veren görünmez birkaç müezzinin sesi yankılanır, bazı Türkler seccadelerini dükkânların önüne serer ve akşam namazını kılmaya başlar, kimileri de çeşmelerde abdest alır. Silahçılar çarşısının yüzyıllardır müdavimi olan yaşlılar çoktan demir kapılarını kapatmışlardır, küçük çarşılar sessizliğe gömülmüş,