İstanbul. Edmondo De Amicis
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу İstanbul - Edmondo De Amicis страница 15
Gezmeye Valide Sultan Cami meydanından başlıyoruz.
Burada boğazına düşkün olan okuyucumuz için biraz durup, Balık pazarına bir göz atmak gerekebilir: Burası bilindiği gibi sarayın tüm mutfak giderlerini şehir boyunca avlanan balıkların satışıyla karşılayan Andronico Pelaogo zamanından kalma meşhur Balıkpazarı’dır. Aslında balık tutmak İstanbul’da hâlâ çok yaygın ve Balıkpazarı güzel günlerinde “Paris’in Karnı” kitabının yazarına; Hollanda’nın eski ünlü dev resim tablolarında olduğu gibi görkemli ve iştah açıcı bir manzara ile tasvirler sunabilir. Satıcıların neredeyse tümü Türk’tür ve bu satıcılar toprağın üzerine serili hasırların ve alıcı bir kalabalığın ya da köpek sürüsünün etrafını sardığı uzun masaların üzerine bırakılmış balıkları ile meydanın etrafını sararlar. Bizim denizlerimizden çıkarılana göre dört kat daha büyük olan Boğaz tekirleri, yalnızca Rum ve Ermenilerin ızgarada güzelce pişirmeyi başarabildikleri Marmara Adası’ndan gelen istiridyeler, Yahudiler tarafından salamura yapılan ton balıkları ve palamutlar, Türklerin tuzlamayı Marsilya’dan öğrendikleri hamsiler, Ege’ye İstanbul’dan gelen sardalyalar, Boğaziçi’nin en lezzetli balığı olan ve ay ışığında avlanabilen lüferler, şehrin sularında birbirini takip eden yedi seferle birlikte her iki kıtanın evlerinden işitilen gürültüleri ile Karadeniz uskumruları, dev istavritler, dev kılıç balıkları ve çok büyük oldukları için Türklerin kalkan adını verdiği balıklar ve iki deniz arasında gidip gelen, yunuslarla deniz kırlangıçlarının kovaladığı ve yalıçapkınlarının ağızlarındaki yemekleri avlayıp parçaladığı binlerce küçük balık burada bulunur. Paşa aşçıları, yaşlı Müslüman gurmeler, köleler ve taverna gençleri masalara yaklaşır, balıklara düşünceli düşünceli bakar, rakamı düşürmek için pazarlık yaparlar ve ipte asılı olan balıkları sanki düşmanın kafasını taşır gibi sırtlarına yüklenir giderler. Öğle vakti meydan boştur ve satıcılar yakın kahvelere girerek ortadan kaybolurlar ve bu kahvelerde güneş batıncaya değin beklerler, gözleri açık, sırtlar duvara dayalı, dudaklarının arasında nargile kamışı ile hayallere dalarlar. Kapalıçarşıya gitmek için, balık dükkânları ile çevrelenmiş, evlerin cumbalarının neredeyse birbirine değeceği kadar dar bir sokağa girilir ve biraz daha yol alınca iki sıra alçak ve karanlık tütün dükkânının arasından epeyce yürünür: Tütün; kahve, afyon ve şaraptan sonra zevk çadırının dördüncü direği ya da zevklerin dördüncü sediridir, tıpkı kahve gibi bir zamanlar müftülerin ve padişahların cezalarına çarptırılmış ve bu nedenle daha da zevkli hâle gelmiş tütün işkence ve eziyetlerin temel sebebidir. Tüm yol bu tütüncüler tarafından kuşatılmıştır. Rafların üzerinde, üzerlerine limon konulmuş piramit şeklinde ya da yuvarlak gibi duran tütünler sergilenir. Burada meşhur Antakya Lazkiye tütünü, sarı ve ipek gibi ince sarayburnu tütünü, sigaralık ya da çubukluk tütün, Galata’daki heybetli hamallardan, sarayların bahçelerinde sıkıntılarını atmak için kullanan cariyelere kadar pek çok insana özel lezzette ve sertlikte tütünler bulunur. Tombeki, en sert tütünlerden biridir, ilaç kavanozlarında saklanır ve eğer dumanı nargilenin suyuna karışmadan direkt ağıza gelirse en kadim sigara tiryakisinin bile aklını başından alabilir. Tütüncülerin neredeyse tümü Rum ve Ermeni’dir, müşterilerine oldukça kibar davranırlar, müşteriler beklerken onlarla sohbet ederler, buraya Hariciye Nezareti memurları ve seraskerler de uğrar, zaman zaman önemli kişilerle de karşılaşılır burada, politika dışında başka bir şeylerden konuşulur, havadisler toplanır ve olan bitenden bahsedilir, aslında burası bir mola yeri gibidir, sigaranın ve sohbetin tadına varmak için geçerken bile olsa buraya uğramak için sizi davet eden küçük ve asil bir çarşıdır burası. Dümdüz ilerleyince, asma yaprakları ile süslenmiş eski kemerli bir kapının içinden geçer ve taştan, genişçe bir binayla yüz yüze gelirsiniz, buraya düz ve uzun bir yoldan çıkılır, yol karanlık dükkânlarla kuşatılmıştır, insanlar, sandıklar, çuvallar ve mal yığınları ile darmadağın görünür. İçeri girince sizi neredeyse geri çıkmaya mecbur bırakan aromalı keskin bir koku duyarsınız. Burası Hindistan, Suriye, Mısır ve Arabistan’dan gelen bir sürü yiyeceğin toplanıp cariyelerin küçük yüzlerini ve minik ellerini renklendirmek için kullandığı, odalara, hamamlara, ağızlara, sakallara ve yemeklere güzel kokular veren, güçten düşen paşaya can veren, mutsuz gelinleri sakinleştiren, tiryakileri uyuşturan, hayalleri coşturan, bu sonsuz şehire sarhoşluk ve unutkanlık dağıtan esans, tablet, toz ve merhemlere dönüştürüldüğü Mısır Çarşısı’dır. Bu çarşıda birkaç adım atınca, başınızda bir ağırlık hissi oluşmaya başlar ve kaçarcasına buradan uzaklaşırsanız da o sıcak, o ağır havanın hissi, sizi sarhoş eden kokular hâlâ açık havanın içinde dolaşarak peşinizi bırakmaz, böylece Doğu’nun en anlamlı ve en içten izlenimlerinden biri olarak hafızanızda derin bir yer edinir.
Mısır Çarşısı’ndan çıkınca, gürültülü kazan atölyelerinin, sokağı mide bulandıran kokularla dolduran Türk meyhanelerinin, sonsuz sayıda isimsiz ıvır zıvırın üretilip satıldığı küçük dükkânlar, nişler ve karanlık noktaların arasından geçilerek nihayet Kapalıçarşı’ya varılır.
Ancak oraya varmadan önce kendinizi üstünüze atlayan satıcılardan korumanız gerektiğini unutmayın.
Giriş kapısına yüz adım kalınca, etrafınızı bir bakışta sizin yabancı olduğunuzu ve çarşıya ilk defa geldiğinizi anlayan, nereli olduğunuzu az çok tahmin edebilen ve buna göre size yanaştığında dilinizi konuşmaya çalışan ve çok nadir konuştuğu dilde yanılan simsarlar ve simsarların simsarları etrafınızı sarar.
Ellerinde fesleri, dudaklarında tebessüm ile size yaklaşır ve hizmetlerinden bahsederler.
Neredeyse her zaman şaşmaksızın şöyle bir konuşma geçer:
“Hiçbir şey almayacağım.” diye cevap verirsiniz.
“Ne önemi var efendim, benim istediğim yalnızca size çarşıyı gezdirmek.”
“Çarşıyı gezmek istemiyorum.”
“Ama ben sizi bedavaya gezdireceğim.”
“Bedava da olsa gezdirilmek istemiyorum.”
“Tamam o zaman, size sadece caddenin sonuna kadar eşlik edeyim, başka bir gün geldiğinizde nereden ne alınır böylece öğrenmiş olursunuz.”
“Tamam da ya hiçbir şey satın almak falan istemiyorsam!”
“Başka bir şeyden konuşuruz efendim. Ne kadardır İstanbul’dasınız? Otelinizden memnun musunuz? Camileri gezmeye fırsat bulabildiniz mi?”
“O zaman size şöyle diyeyim, konuşmak istemiyorum, yalnız kalmak istiyorum.”
“Peki, o zaman ben sizi yalnız bırakayım, on adım arkanızdan sizi takip ederim.”
“Ama neden beni takip etmek istiyorsunuz?”
“Dükkânlarda