Ölüm. Эмиль Золя
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Ölüm - Эмиль Золя страница 17
‘‘Eh, sen akıllı bir adamsın. Buraya benden düğününe şahitlik edecek insanları bulmamı söylemek için geldin, değil mi? Güven bana, gerekirse tüm sağcı kesimi oraya getireceğim. Senin adına iyi bir tanıtım olur.’’
Kapıyı tümüyle açarken alçak bir ses tonuyla:
‘‘Şu sıralar yeni çıkaracağımız önemli bir kanun üzerinde çalışıyoruz. Bu nedenle dikkatlerden uzak kalmak istiyorum. Söylesene, en azından hanımefendinin karnı belirginleşmedi, değil mi?’’
Saccard öyle vahşice bir bakış atmıştı ki Eugène kapıyı kapatırken kendi kendine:
‘‘Bir Rougon olmasaydım, bana pahalıya patlayacak bir şakaydı…’’
Düğün, adadaki Saint-Louis Kilisesi’nde yapıldı. Saccard ve Renée, düğünden bir gün önceye kadar birbirlerini görmediler. Akşam vakti, gece çökmeye yakın Béraud Konağı’nın alçak tavanlı bir odasında tanıştılar. Merakla birbirlerini süzdüler. Renée evlilik anlaşmasının haberini aldığı gün, delidolu ve pervasız hâline dönmüştü. Manastırdaki özgür yaşantısının bir getirisi olan kaprislerine kavuşmuş; uzun boylu, son derece güzel bir kızdı. Saccard’ı kısa ve çirkin buldu ancak bu çirkinliği hayat tarafından hırpalanmış üslubu ve davranışları etkileyici, zeki bir adamın yorgunluğuna yordu. Saccard, genç kızı ilk gördüğü an hafifçe yüzünü buruşturdu; boyu çok uzundu, kendinden çok daha uzun. Hiç güçlük çekmeden birkaç kelime konuştular. Baba orada olsaydı, uzun zamandır birbirlerini tanıyan ve bazı ortak günahlarını geride bırakmaya hazırlanan iki gencin hikâyesine kolaylıkla inanabilirdi. Yanlarında bulunan Élisabeth halanın yanaklarında, iki genç adına duyduğu utancın kızıllığı vardı. Eugène Rougon’un yakın bir zamanda yaptığı akıllardan çıkmayan konuşması, düğünün gündemi olmuş; gelin ve damadı geride bırakmıştı.
Düğünden bir gün sonra, karı koca nihayet Mösyö Béraud du Châtel’in huzuruna kabul edildi. Bir günde babasını daha yaşlı, daha ciddi ve daha üzgün bulan Renée, gözyaşlarını tutamadı. O ana dek genç adamın ödün vermediği kayıtsız yüz ifadesi, evin soğukluğu ve yarı aydınlığında; bakışları ile vicdanını delip geçen bu uzun boylu yaşlı adamın haşin üzüntüsünde donmuştu. Eski yargıç, kızını affettiğini söylercesine yavaşça alnından öptü ve damadına dönerek hiç düşünmeden: ‘‘Mösyö, çok acılar çektik. Bize verdiğiniz zararları bir gün iyileştireceğinizi umuyorum.’’ dedi ve elini genç adama doğru uzattı. Saccard, titremeye devam ediyordu. Mösyö Béraud du Châtel’in, kızının utancının trajedisine boyun eğmemiş olsaydı bir bakışı ile Madam Sidonie’nin tüm çabalarını nasıl da boşa çıkarabileceğini düşünüyordu. Élisabeth hala ile kendisini bir araya getirdikten hemen sonra da ortalardan kaybolmuştu. Düğüne dahi gelmemişti. Saccard; kızını baştan çıkaran adamı kırk yaşında, kısa boylu ve çirkin bulan yaşlı adamın gözündeki şaşkınlığı görünce ona karşı açık olmaya karar verdi. Yeni evli çift, geceyi Béraud Konağı’nda geçirmek zorunda kaldı. Christine iki aylığına bir yere gönderilmişti, zira on dört yaşındaki küçük kız çocuğunun bir manastırı andıran dinginlik ve huzura sahip bu evde yaşanan drama tanıklık etmesini istemiyorlardı. Döndüğünde, kendisinin de yaşlı ve çirkin bulduğu bu adamın ve kız kardeşinin karşısında bir dilsiz kadar sessizdi. Yalnızca Renée kocasının yaşının ya da kurnaz bakışlarının farkında değil gibiydi. Onu hor görmediği gibi yakınlık da duymuyor, ara sıra alaycı dokundurmalar yaptığı mutlak bir sükûnet ile davranıyordu. Saccard, kendisini evinde hissederek varlığı ile her yeri doldurdu; güçlü hitabeti ve içtenliği ile evdeki herkesi yavaş yavaş kazandı. Taze karı koca, Béraud Konağı’ndan ayrılıp Rivoli Sokağı’nda çok şık bir apartman dairesine yerleştiklerinde Mösyö Béraud du Châtel’in gözlerindeki şaşkınlık artık kaybolmuş; küçük Christine ise kayınbiraderi ile yakın arkadaşıymış gibi oyunlar oynuyordu. Renée dört aylık hamile olduğu sırada kocası, bebeğin yaşı hakkında yalan söylemeye devam edebilmek için onu kasabaya göndermek üzereyken Madam Sidonie’nin tahmin ettiği üzere genç kız, düşük yaptı. Hamileliğini saklamak için dolgun eteğinin belini öyle sıkı bağlıyordu ki düşükten sonra birkaç hafta yataktan çıkamaz hâldeydi.
Yaşadığı serüven, Saccard’ın başını döndürüyordu. Kader nihayet yüzüne gülmüştü. Altın değerinde bir pazarlık yapmış; beş kuruş para vermeden müthiş bir servet ve altı ay içinde kendisini toparlayacak güzel bir kadına kavuşmuştu. Annesinin görmek dahi istemediği bir fetüs uğruna, kendisini iki yüz bin franga satın almışlardı. O andan itibaren Charron topraklarını aşk ile düşlüyordu ancak o an için tüm dikkati, servetinin temeli olacak büyük bir vurgundaydı. Karısının ailesinin itibarına rağmen, yol denetçiliğinden istifa etmekte acele etmemişti. Bitirmesi gereken işler ve araması gereken yeni işlerden bahsediyordu. İşin aslı, henüz ilk hamlesini oynadığı savaş alanında sonuna kadar kalmak istiyordu. Orada kendisini evinde gibi hissediyordu, dilediğince pis işlerini gerçekleştirebilirdi. Yol denetçisinin planı basit ve pratikti. Şimdi planlarını gerçekleştirmek için hayal edebileceğinden çok daha fazla parası olduğundan tasarılarını büyük ölçekte uygulayabilecekti. Duvarları döven altından yağmurun her geçen gün şiddetleneceği Paris’i avucunun içi gibi biliyordu. Akıllı insanlar yalnızca ceplerini açmalıydı. Bu akıllı insanların arasına, belediye binasında çalıştığı süre boyunca geleceği okuyarak girmişti. Mevkisi ona, bina ve arazi alım satımlarında neler çalabileceğini öğretmişti. Şık giyimli dolandırıcılığın tüm püf noktalarının farkındaydı. Yüz bin franga mal olan bir şeyi bir milyona nasıl satacağını, gülümseyerek gözlerini yummuş devlet hazinesini maymuncukla açan kişinin ücretini nasıl ödeyeceğini, eski bir mahallenin göbeğinden bulvar geçirerek altı katlı evlerden yükselen ahmak seyircilerin alkışları eşliğinde yapılan hokkabazlıkların hepsini biliyordu. Vurgunculuk çıbanının henüz kuluçkada olduğu bu karanlık saatlerde onu, patronlarından daha korkunç bir oyuncu yapan; Paris’e ayrılan moloz ve alçıdan geleceği görebiliyor oluşuydu. Detaylara öyle hâkim, ipuçlarını öyle doğru birleştirmişti ki; 1870 yılında yeni mahallelerin sunacakları manzarayı şimdiden kestirebiliyordu. Zaman zaman sokaklarda kendi kaderini bildiklerine inandığı, ona derinlerden dokunan bazı evler görür; içini tarifsiz bir boşluk kaplardı.
Angèle’in ölümünden iki ay önce, onu bir pazar günü Montmartre Tepesi’ne götürmüştü. Zavallı kadın, restoranlarda yemek yemeye bayılırdı. Uzun bir yürüyüşün ardından onu kenar mahalledeki kabarelerden birine götürdüğünde Angèle çok mutluydu. O gün, o küçük tepenin zirvesinde; pencereleri uçsuz bucaksız ufku dolduran dalgalar gibi mavimsi çatılarına açılan Paris evlerinin okyanusunda yemek yemişlerdi. Masaları bu pencerelerden birinin önüne yerleştirilmişti. Paris çatılarının manzarası Saccard’ı neşelendirmişti. Tatlının yanında bir şişe Burgonya şarabı getirilmesini istemişti. Alışılmamış bir cesaret ile göğe gülümsemişti. Bakışları; kalabalığın boğuk homurtularından uzaklaşıp bu yaşayan ve kabaran denize doğru usulca inmişti. Sonbahar vaktiydi; şehir belli belirsiz grilik ve bir gölün üzerinde ahmakça uzanmış nilüferlerin geniş yapraklarını andıran yer yer kasvetli yeşillikler ile delinmiş solgun bir gökyüzü altında durgundu. Güneş kızıl bir bulut ardında batarken; arka planda hafifçe yükselen sislerin arasından, nehrin sağ kıyısındaki Madeleine ve Tuilerie tarafına