Aşk-ı Memnu. Халит Зия Ушаклыгиль
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Aşk-ı Memnu - Халит Зия Ушаклыгиль страница 14
Daha sonra Şakire Hanım’ın yanından alınarak Mlle de Courton’a verebilmek için Nihal’in görüşüne müracaat olundu: “Bülent’i sana vereceğiz, onu sen terbiye edeceksin, yanında yatıracaksın, soyup giydireceksin, Bülent artık senin olacak…” denildi. Nihal bu desiseye kapılmış göründü, Bülent’in kendisine verileceğini çılgınca bir sevinçle kabul etti ve işte o günden beri Bülent, Nihal’in, yalnız Nihal’indir, başka hiç kimsenin değildir.
Nihal’in kıskançlığında, ta küçüklüğünden beri, hemen bütün çocukların kıskançlığına karışan hıyanet fikri yoktu; çocuğun ne gizlice parmağını ısırır, ne yavaşça kolunu çimdiklerdi. Onun kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülent’ten değil, Bülent’i herkesten esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın olmak istiyor zannolunurdu.
Evin içinde âdet olmuştu -ilk önce latife olarak başlanıp yavaş yavaş bir kaide hükmünü ve kuvvetini alan bir âdet- ne zaman Bülent’e dair bir şey olsa Nihal’e müracaat edilir, Bülent’e tembih olunacak şeyler Nihal’e söylettirilir hatta Bülent de daima Nihal’le tehdit olunurdu. Annelerini kaybettikten sonra ruhunun gizli bir ihtiyatıyla Nihal, Bülent’e daha ziyade yakınlaşmış idi. Bir tabii his sanki minimini kızı küçük kardeşine bir valide olmaya sevk ediyordu fakat öyle bir valide ki çocuğunu herkesten kıskansın, onu başka birisinin eli sürüldükçe kalbinde bir şey yırtılsın.
Bir gün Adnan Bey Bülent’i dizlerinin üstünde hoplatıyordu, Nihal onları görmemek için o tarafa bakmıyordu, bir aralık babası Bülent’in gevrek gevrek kahkahalarına dayanamayarak minimini, tombul yanaklarını öperken Nihal başını çevirdi, duramayarak ilerledi, ta yanlarına gitti, sokuldu, o kadar ki bu buselerin arasına bir perde çekmek istiyordu, sonra birden babası durarak kendisine bakınca kızardı fakat itiraf etti: “Oh! Yeter artık baba… Fena oluyorum!” dedi. Nihal’in bütün hassas ruhu bu son sözün içindeydi. Adnan Bey o günden sonra Nihal’in yanında Bülent’i sevmekten nefsini menetti lakin Nihal artık bir kural koymuş oldu: Bülent’i sevmek, okşamak için birisinde, bilinemez nasıl bir keşif hissiyle, arzu olduğuna vâkıf olur olmaz kendisinden izin almaksızın bu arzuya müsaade olunmasından korkarak “Bülent’i hiç sevmiyorsunuz!” cümlesine benzer bir şey söylerdi.
Dünyada bu endişelerden uzak, bu bin türlü kayıtlardan azade, etrafında cereyan eden bütün bu şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülent idi. Onun yalnız bir şeye merakı vardı: Gülmek… Ve dünyada en ziyade onu güldürecek, en neşeli kahkahalarına serbest bir uçuş verecek Nihal’di; özellikle iki kardeş yalnız aralarına bir üçüncü kalp girmeksizin yapayalnız bulundukları zaman…
Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye bakan tarafta idi. Büyük sofadan buraya genişçe bir koridordan gidilirdi. Birinci odada Adnan Bey, üçüncüde Mlle de Courton, ikisinin arasındakinde onlar yatarlardı. Burada hem yalnız idiler hem bir taraftan babalarıyla, diğer taraftan ihtiyar kızla beraberdiler. Odaların arasında birer aralık kapı8 vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapanmasıyla kapatılırdı. Daha sonra, koridorun dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil olunmuştu. Dershaneye ayrılan bu oda mürebbiyenin bir daimî derdiydi. Bülent’in derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir yer daha olamayacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine kıyametler koparacak kadar intizam merakında aşırılık gösteren Adnan Bey çocukların bu odasına girmezdi, oraya ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi.
Yalıda başka hiçbir şeye ilişmemek yeminine karşılık burada bütün istediklerini yapmak için Bülent’e müsaade verilmiş idi, Bülent de bu müsaadeden yalının hiçbir yerinde bir tahrip eseri bırakmamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade ediyordu.
Minimini bir yazıhaneleri vardı ki babasının bir gün birkaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle kenarlarına kendine mahsus saçaklar hakketmiş idi. Mlle de Courton’a sırasıyla gelen “Figaro” nüshalarından gemiler, külahlar, sepetler yapılmış; duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı tahtasının kenarına asılmış idi. Ablasının bütün eski kitaplarından, resimli nota kapaklarından resimler oyulmuş, camlara, kapıların arkasına, ta duvarda Avrupa haritasının denizlerine yapıştırılmış idi; böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki ta okyanusun bir tarafına atılmış, bir rüzgâra kapılarak Amerika seyahatine çıkmış idi. Daha sonra bin türlü kırılmış oyuncaklar, koparılmış kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülent’in yalnız bir uğramasıyla güya canlanarak haşarı kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak tefek, ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı. Şimdi Bülent yeni bir merak çıkarmış idi: Elinde kurşun kalemiyle duvarlara resimler yapıyordu. Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş yavaş doluyordu. Artık boyu yetişebilecek kadar yer kalmadığı için şimdi iki günden beri hep âdeti böyle idi: Evvela müsaade etmemek, kendisine itaat olunduğunu gördükten sonra artık engellemeye lüzum görmemek… Oh! Ne güzel olacaktı!.. Behlûl ona bir kutu boya getirmiş idi, bunların içinde her renkten vardı, bütün o resimler boyanacaktı… Deveyi kırmızı yapacaktı. “Değil mi abla, deve kırmızı olur, değil mi?” Nihal henüz yumuşamamıştı. “Deli misin?” diyordu fakat devenin rengini haber vermiyordu.
Hemen bütün hayatları odada geçerdi. Sabahleyin uyandıktan sonra yıkanırlar, giyinirler; Mlle de Courton’la beraber aşağıya, yemek odasına inerek sütlü kahvelerini içerler, güzel havalarda bir saat kadar bahçede gezerler, Bülent, Beşir’le koşar, Nihal büyük kestane ağacının altında matmazelle beraber oturur, sonra ihtiyar kız hiçbir vakit göğsünden eksik olmayan küçük saatine bakarak haber verir, “Vakit geldi!” der, tekrar içeriye girerler ve odalarına çıkarlar.
Artık ders başlardı. Nihal şimdi akşamları babasına düzeltilmek üzere küçük ahlak parçaları tercüme ediyor, kolay manzumeleri nesre çeviriyor, günlük hayata dair esaslar üzerinde mektuplar yazıyordu. Mlle de Courton Nihal’le meşgul olurken Bülent her vakit geri kalan fiil defterlerini doldurmak için yazıhanenin ta öte tarafında kalemini hokkadan çıkarmazdı. Bazen Mlle de Courton’un gözü Bülent’e ilişirdi ve sert bir sesle bağırırdı: “Bülent!..” Bülent nihayet ikinci şahıs emir çekimlerine kadar ciddiyetle yazabildiği bir fiilden usanarak oraya, emir kipi ile dilek kipi arasına ya sekiz on eğri büğrü çizgiyle bir köşk yahut ortasında hiçbir çiçeğe benzemeyen bir şeyle bir saksı kondurmak üzere bulunurdu.
Bülent’in sebebiyet verdiği bu fasılalar Nihal için ganimet sayılacak fırsatlardı; o mutlak sekiz satırlık bir iştigalden sonra bir nefes almak, derste tesadüf olunmuş bir kelimeden türetilerek uzun uzun devam eden bir konuşma açmak yahut Mlle de Courton yerinden kalkıp Bülent’in defterinden köşkleri, saksıları kaldırırken o da pencereye koşup bahçeye bakmak için vesile kollardı. Nihayet bu arızalar arasında Nihal’in dersi biter, on dakikalık bir tatilden sonra Bülent’in derslerine başlanırdı.
Mlle de Courton Bülent’le meşgul olurken Nihal’in piyanosuna, gergefine, dikişine, işlemelerine çalışması kararlaştırılmıştı fakat onun yarım saat bir şeyle iştigali mümkün olmadığı için canı ne zaman isterse piyanosundan dikiş takımına, dikiş takımından gergefine geçmesine müsaade olunurdu. İhtiyar kız bu kelebek için başka bir çare bulamamıştı.
Mlle
8
“Ara kapı” anlamında. (e.n.)