Aşk-ı Memnu. Халит Зия Ушаклыгиль

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Aşk-ı Memnu - Халит Зия Ушаклыгиль страница 12

Жанр:
Серия:
Издательство:
Aşk-ı Memnu - Халит Зия Ушаклыгиль

Скачать книгу

kuvvet cezbetti; Behlûl’ü dinliyor görünmek için gülümseyen babasının garip, güya ifadesinden merhametler saçılan bir nazarla kendisine baktığını gördü. Bu nazar onu sıktı, gözlerini çevirdi fakat hep bu gözlerin bakışındaki ağırlığı hissediyordu.

      “Kızım! Bu akşam yine etlerini yemiyorsun?”

      Bu her sofrada tekrarlanan bir nakarattı. O, zorla et yerdi, Adnan Bey için bu bir daimî dertti. Boğularak cevap verdi: “Yiyorum babacığım!” Ağzında lokma büyüyor, mümkün değil yutmak için kuvvet bulamıyordu. Gözlerini kaldırdı, karşısındaki Mlle de Courton’a baktı. İhtiyar kız dalgın ve güya bir facianın matemini tutuyor zannolunacak kadar gamla dolu bir nazarla ona bakıyordu. Birden, tayin edilemez bir acıma, babasıyla bu ihtiyar kızın iki taraftan merhamet nazarı, o kendisine ağlıyor gibi bakan nazarları arasında bulunmaktan doğan derin bir mazlumiyet yeisi duydu. Bu iki nazar ona babasıyla mürebbiyesinin görüşmesinin neticesi göründü, daha mahiyetini keşfedemediği musibetin orada açık bir delilini okumuş oldu. Lokmasını hâlâ yutamıyordu, birden boğazına bir şey tıkandı ve oraya, sofranın üzerine kapanarak, zapt olunmaya vakit bulunamadan coşan gözyaşlarıyla, şiddetli hıçkırıklarla ağladı…

***

      Ertesi gün, sabahleyin, babasının iş odasına girdi. “Baba!..” dedi. “Bugün benim resmime çalışacak mısınız?..” Sonra, oraya girmek için bir vesile olan bu sualin cevabını beklemeyerek koştu, kollarıyla babasının boynuna sarıldı, başını omuzuna koydu. “Baba!..” dedi. “Beni yine seveceksiniz, şimdi nasıl seviyorsanız öyle seveceksiniz, değil mi?”

      Babası, dudaklarına sürülen bu yumuşak saçları öperek mırıldandı:

      “Elbette!..”

      Nihal, bir saniye, güya söyleyeceği şeye kuvvet bulmaya çalışarak durdu; sonra başını babasının omzundan, güya ziyasıdan korkup da kaçınmamak istediği bu dayanak noktasından kaldırmayarak “Öyle ise zarar yok, gelsin!..” dedi.

      3

      Mlle de Courton’un, Behlûl’ün o kadar istihzalarına hedef olan şapkaları ne derece süslü, şatafatlı ise hayatı bilakis o derece sade, kısaydı. Servetinin son kırpıntılarını Paris’in Longchamp koşularında kaybettikten sonra ancak bir kuş kafasını dolduracak kadar beynini kurşunla yakan bir babanın kızıydı; o vakit evlenmek için pek geç kalan Mlle de Courton ya ailesinin bütün asalet tarihini lekeleyecek bir hayat ile Paris kaldırımlarına düşmek yahut ömrünün sonuna kadar fakir fakat asilzade bir kız sıfatıyla vilayetlerden birinde, hısımlarının yanında sığınacak yer bulmak çarelerinden birini seçmeye mecburdu. İkincisini tercih etti. Hatta burada tamamıyla sığınmış bir mahluk derecesinde kalmamak, sofrada yediği ekmeği kazanmış olmak için evin çocuklarının talim ve terbiyesini üzerine almıştı. Bu, hayatının o yönünü değiştirmiş oldu. Bir gün ufak bir güceniklik, o gücenikliğin arasına giren küçük bir fırsat sebep olarak bu fakir asilzade kız, ta Fransa’nın bir köşesinden Beyoğlu’nun güzide bir Rum ailesine mürebbiliğe geldi. Burada uzun bir zaman, İstanbul’un Beyoğlu’ndan Şişli’ye, köprüden Büyükdere’ye kadar sokaklarından, denizlerinden başka bir yerini bilmeyerek senelerce kaldı; Adnan Bey’in yalısı mürebbiyelik hayatının ikinci ve galiba sonuncu sahnesiydi.

      Nihal henüz dört yaşında idi: Adnan Bey bir mürebbiyeye lüzum gördü. Çocuklarına mürebbiye arayanlara ilk kabul ettirilmek istenilen mahluklardan, o henüz Fransa’dan geldiklerini iddia eden ancak bir nihayet iki yerden ziyade bulunmuş olduklarını itiraf etmeyen, rahibelerin yetimhanelerinde yahut terzi çıraklığında noksan öğrenilmiş Fransızcalarını sahte bir telaffuzun süslerine boğmaya çalışan kızlardan takım takım gelmişlerdi. Adnan Bey’in müşkülpesentliğine galebe çalabilecek bir tanesine tesadüf olunamadı. Bazen ikinci günü bir bahane ile izin verilmeye lüzum görülenlerden nihayet iki ay oturmalarına tahammül edilebilenlerine kadar bunların her çeşidinden iki sene bir geçit resmi yapıldı. Bugün Alman olduğunu iddia ederken ertesi gün Sofya Yahudilerinden olduğu anlaşılan, geldiği zaman bir İtalyan kocadan dul kalmış görünerek bir hafta sonra hiç evlenmediğini ağzından kaçıracak kadar yalancılıkta hatırası sağlam olmayan bu mürebbiyelerden o kadar korkmuştu ki Adnan Bey kızı için başka çareler düşünmeye başlamıştı.

      Bir tesadüf -İstanbul’da mürebbiyeler için ancak tesadüfe itimat olunabilir- Adnan Bey’e o bulunamayan şeyi buldurdu: Mlle de Courton.

      Mlle de Courton’un İstanbul’da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk memleketinde bir Türk hayatıyla yaşamak… Adnan Bey’in yalısına giderken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan içerisinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan hayrete dönüştü. O, mermer döşenmiş büyük bir sofa; taştan sütunlar üzerine kondurulmuş bir kubbe, yer yer sedef işlenmiş, Şark halılarıyla döşenmiş sedirler; bunların üzerinde elleriyle çıplak ayakları kınalı, gözleri sürmeli, başları daima yaşmaklı, sabahtan akşama kadar zencilerin darbukalarıyla uyuyan yahut bir kenarda küçük, gümüş mangaldan amber kokuları etrafa dağılırken, elmastıraş nargilelerinin yakutlara, zümrütlere batmış marpuçlarını ellerinden bırakmayan çifte çifte kadınlar hayal etmiş; bütün Garp yazarlarının, ressamlarının Şark’a dair hurafe ve efsanelerinden hatırasında kalan uzak yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey olabileceğine ihtimal vermemişti. Kendisini yalının şık, küçük, misafir odasında görünce soran gözlerle kılavuzuna bakmış idi:

      “Sahi! Beni bir Türk evine getirdiğinizden emin misiniz?”

      İhtiyar kız hülyasında aldatılmış olduğuna bir türlü kanaat edememişti. İşte, senelerce Türk kibar hayatının içinde yaşamış iken hâlâ kalbinde bir şey o farz edilen Şark hayatının mutlaka mevcut olmasına inanmak ister.

      Aradığının tersini bulanlara mahsus bir şevk kırılmasıyla daha birinci günü dönmek emelini duymuştu; dönecekti, eğer o gün soluk, süzgün, hastalıklı simasıyla iki senedir ikide birde değişen bu mürebbiye çehrelerinden bezgin, yorgun bir vaziyetle gelen, ona minimini elinin ince parmaklarını dokunaklı bir teslimiyet manasıyla uzatan Nihal için kalbinde derhâl bir derin merhametle karışık bir muhabbet hissetmemiş olsaydı…

      Onun sevmek için büyük bir ihtiyacı vardı: Dünyada annesini tanıyamamış, babasını sevememiş, kimse için gönlünde bir bağlılık duyamamış olan, sevmekten mahrumiyet içinde çırpınan bu biçare kalbin yaşlanmış bekareti daima sarf olunacak bir şey arar; etrafında bulunan çocukları, bulunduğu evin hizmetçilerini, kedisini, papağanını dost eder; bunlara yüreğinin o saklanmış hazinesini dökerdi, fakat bir gün bu söylenen şeylerde, birden açılan bir boşluk keşfederek, kalbinden akan muhabbet selsebilinin nasıl çorak bir kum sahrasına döküldüğünü acı bir açıklık ile görerek beş dakika evvel dostları olan çocuklara, hizmetçilere, kedilere, papağana düşman olurdu.

      O gün Nihal’in elini elinden bırakmayarak “Küçüğüm, bakayım gözlerinize!..” demiş ve Nihal uzun, uçları yukarıya kıvrık, bakışına garip bir yorgunluk hâli veren sarı kirpiklerini kaldırarak mavi gözlerinde bahar safiyetiyle parlayan bir tebessümle yüzüne bakınca Mlle de Courton kılavuzuna dönerek birden karar vermişti:

      “Evet, kalıyorum!..”

      Ertesi gün bütün ev halkıyla dost oluyordu. Lisanlarını anlamaksızın, yalnız ona gülerek “Matmazel!” deyişleri için

Скачать книгу