Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 10
İşte bu suretle Maltepe’den Çukurçayır’a gelindi, oradan Hereke’ye varıldı. Süleyman bu menzilde sabırsızlık gösterdiğinden iki günlük yol bir günde alınarak Çınarlı’ya ulaşıldı, sonra sırasıyla Yıldızköprüsü, Kazıklı, Dikilitaş, Pamukçu, Yenişehir, Akbıyık, Zincirliköy, Derbent, Kızılkaya ilçesi aşıldı, Kütahya ovasına konuldu. Hünkârın titizliği ve sabırsızlığı ara sıra nüksettiğinden bir kısım konak yerleri tayyolunuyor ve iki menzil bir ediliyordu.
Savaş kokusu, zafer kokusu, şeref kokusu bütün orduyu kanatlandırmıştı. Her neferde uçmak iştiyakı ve istidadı görünüyordu. Bundan ötürü hünkârın iki konaklık yeri bir günde aşmak için sık sık gösterdiği arzuya hemen iştirak olunuyordu.
Kütahya ovasında geçit resmi ve zor oyunlar yapıldı, bu münasebetle bir gün duruldu. Sonra Altıntaş Ovası, Pınarbaşı, Ece köyü, Sıçanlıdüzlüğü geçildi, Sandıklı Ovası’na varıldı. Burada donanmayla Rodos’a ulaşarak yanındaki fırkaları adaya çıkarmış bulunan Serasker Mustafa Paşa’dan uzun bir rapor geldi.
Cenk eri vezir, şövalyelerin uzlaşmaya yanaşmadıklarını bildiriyordu. Bu haber, bilinen bir şeyi tekrarlamaktan ibaret gibi görünmekle beraber Süleyman’ın dikkatini celbetmekten geri kalmadı. Hele seraskerin, “Adadan artık kuş dahi uçup kaçamaz, kafeste kalanlar yine kafeste can vereceklerdir.” şeklinde bir cümle yazmış olması o dikkati çoğalttı. Çünkü bu rapordan o, Cem Sultan oğlunun adadan kaçırılmadığını ve şövalyelerin de ondan istifade etmeyi henüz düşünmediklerini anlamıştı.
Süleyman şimdi daha sabırsızdı, durmadan yürümek ve orduyu da yürütmek istiyordu. Hâlbuki yol güçleşmişti, geçilmesi kolay olmayan bir bataklık hâlini almıştı. Her güçlüğü yenmek kudretini taşıyarak doğan Türk dilaverleri o sıra sıra bataklıkları, o dizi dizi uçurumları ve bayırları da yaman bir süzülüşle aşmayı başardılar, üç gün ağızlarına bir katre su koymadan, koyamadan yürüdüler, İlpınar önüne vardılar. Artık yolun çoğu alınmış, azı kalmıştı.
Rodos, İstanbul’dan daha yakındı ve asker neşe içinde zafer destanları terennüm etmeye koyulmuştu. Ladikya’yla Tunca merhaleleri aşılıp Çoban ılıcasına varılınca tatlı haberler de yağmaya başladı. Bunların, bu haberlerin başında Hersek Beylerbeyi Mahmut’un Dalmaçya’da Scardoma Kalesi’ni, kanlı bir baskınla zapt etmiş olması vardı. Akdeniz’in en büyük zümrütlerinden birini Türk hazinesine mal etmek için merhaleler aşan dilaverler, Adriyatik kıyılarında at oynatan kardeşlerinin kazandığı zaferlerden kıvanç duyuyorlar ve bayram yapıyorlardı. Rodos ve Dalmaçya? En küçük bir harita üzerinde bile bu iki noktayı birbirine yaklaştırmak imkânı yoktur. Fakat Türk gücü o imkânsızlığı işte gideriyor ve Dalmaçya’da koşma okuyan Türklerden Rodos’ta şarkı ırlayan kardeşlere zafer müjdeleri gelmesini mümkün kılıyordu. Ordu, selim bir sezişle bu hadisedeki inceliği kavradığından haklı bir gurura kapılıyordu, Dalmaçya kahramanlarına Çoban ılıcası karargâhından selamlar uçuruyordu.
Sultan Süleyman da bu menzilde bir gönül muhasebesi yaptı, anasına yazdığı mektuplarla ondan gelen kâğıtları karşılaştırdı. İstanbul’dan çıkalıdan beri kendisi tam yirmi yedi mektup yollamış ve o kadar da mektup almıştı. Şu hesaba göre her gün karşılıklı olarak birer mektup alınmış ve verilmiş oluyordu. Bu, Hürrem’in bütün yol merhalelerinde anıldığını ve Hürrem tarafından da her gün doğuşunda Rodos yolcusunun hatırlandığını gösteriyordu. Demek ki yürekler durmadan işliyordu ve gönül işleri yolunda gidiyordu.
Bununla beraber İstanbul’dan gelen mektuplarda henüz sarih bir işaret, aşka taalluk eden bir kayıt yoktur. Valide Sultan bütün kâğıtlarında ilkin kendinin sıhhatinden ve oğluna karşı taşıdığı hasretten bahsediyor, sonra Hürrem’le candan alakalandığını, onu yanından ayırmadığını, Türkçeyi çabuk öğrenmesi için zorlamaktan geri kalmadığını anlatıyordu. Hürrem ne diyor, ne yapıyor ve vaziyetini nasıl telakki ediyor? Valide Sultan hiç bu noktalara temas etmiyordu. Yalnız, son mektuplarının birinde: “Küçük Rus çok akıllı. Leb der demez leblebiyi anlıyor. Türkçeyi çabuk öğrenecek. Şimdi ‘efem’ filan demeye başladı. Aslanımın mübarek adını öğrendi. Bana her gün: ‘Aslanınızdan ne haber?’ diye soruyor. Galiba düşünde de sizi görüyor ki dün: ‘İyi, o çok iyi.’ diye sevinç gösteriyordu.” şeklinde bir izah yapmıştı.
Süleyman, edebî bir bilmecenin özünü açmaya çalışır gibi Hürrem’den uzunca bahseden satırları on kere, yüz kere okumuş ve her kelimeden bir mana çıkarmaya savaşmıştı. Kızın kendisini anarken Valide Sultan’a karşı: “Aslanınız” demiş olmasında tadına doyulmaz bir incelik buluyor ve şimdi “aslanınız” diyen ağzın bir gün alevli bir iştiyakla “aslanım” diye inleyeceğini düşündükçe sürekli heyecanlara kapılıyordu.
Sözün kısası Hürrem ve harp, Süleyman’ın yüreğini paylaşan iki büyük kuvvetti. Biri harekete geçince öbürü susuyor ve müteakiben susan taraf ortaya çıkarak berikini sükûta davet ediyordu. Toplar gürlemeye, kılıçlar işlemeye başlayınca Hürrem’i temsil eden kuvvet belki uzun bir zaman hareketsiz kalacaktı. Süleyman, pek yakınlaşan o dakikaları düşündükçe üzülüyordu. Lakin harp sonunda kalbini tamamıyla Hürrem’e tahsis edeceğini hatırladıkça üzüntüsü geçiyor ve benliğine garip bir rehavet geliyordu.
Süleyman, ordu ve hükûmet işleriyle beraber bu gönül muhasebesini de nizam içinde yürütmekten geri kalmayarak hedefe doğru yürüdü, yol aldı, Kırksöğüt menziline vardı. Orada akrep çoktu ve bir çocuk pençesi büyüklüğünde bulunan bu muzır mahluklardan hayli sıkıntı çekildi. Onun için çadırlar erken yıktırıldı, iki menzil bir yapılarak Bozdoğan suyuna gelindi.
Süleyman, bu konak yerine gelinceye kadar merhametli, şefkatli, cömert bir hükümdar görünmüştü. Herkese karşı nazikti, çünkü gün doğarken Hürrem’i anıyor ve bu anışla neşeleniyordu. Gün batarken ise mutlaka İstanbul’dan bir ulak gelip “yârıcan” dediği kızın sıhhatini müjdeliyordu. Bozdoğan suyu menzilinde bu haber gelmedi ve Süleyman’ın da rengi değişti, tavrı değişti, hâli değişti.
İlk defa olarak o, gurubu tatsız, geceyi tatsız ve hayatı tatsız buluyordu. Annesinden gelen ve Hürrem’den bahseden her yeni mektubu okuya okuya dolaşırken engin sahalar kadar geniş bulduğu otağ, o gün gözüne mezarlar kadar dar ve karanlık gelmişti. İpekli ve yaldızlı perdeler, benliğini sarmaya savaşan kefen parçaları gibi sinirine dokunuyor, zarif oymalı direkler bağrına saplanmak için hazırlanmış birer mızrak gibi gözüne hain görünüyordu.
Genç hünkâr eski mektupları okumakla bu sinir buhranından kurtulmak istedi, muvaffak olamadı. Geriye sıra sıra atlılar çıkararak İstanbul’dan gönderildiğine