Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 11
“As bir ağaca teresi, sallansın dursun!”
“Ordu kadısından fetva alsak, münasip olmaz mı?”
“İlkin herifi asarsın, sonra kendine gerekse fetvasını alırsın.”
Kara Kadı’yı itham eden Piri Paşa’ydı. Fakat o, suçlunun mesleğinden çıkarılmak ve bir yere sürülmek suretiyle cezalandırılacağını umuyordu. Hünkârın ulu orta idam hükmü vermesi üzerine koca vezir şaşırdı, bir şeyler söylemek istedi, beceremedi, süklüm püklüm huzurdan çıktı, mahkûmu cellatlara yolladı. Süleyman onun arkasından homurdanıyor ve hayaletlere hitap ediyormuş gibi boşluklara baka baka söyleniyordu:
“Hele ulaklar geciksin, hepiniz, hepiniz Kara Kadı’ya dönersiniz, ağaç dallarında sallanırsınız.”
Onun bu zalim infiali, hiç şüphe yok hain neticeler verecekti. Bereket versin ki beklenilen ulak geldi, Valide Sultan’ın küçük bir rahatsızlık geçirmesinden dolayı günlük raporu yollamadığı anlaşıldı ve mektuplaşma meselesi yine nizamına girdi. Süleyman, Hürrem’in sıhhat haberini almadan Bozdoğan suyunu terk etmemiş ve bir gün orada kalmak Kara Kadı’nın idamına halkın verdiği manayı anlamak bakımından faydalı olmuştu. Ordu ve civar köyler ahalisi bu hadisede, adalet kaygısının her şeye tercih edildiğini görerek hünkârı takdir ediyordu. Bir ağaç dalında cüppesiyle, kavuğuyla sallanıp duran ölünün şahsında rüşvetçiliği, haksızlığı, zulmü cezalandırılmış bularak vakıayı candan alkışlıyordu. Yalnız Hasodabaşı İbrahim, işin içyüzünü anlıyor ve Kara Kadı’nın Hürrem’den haber gelmemesi uğrunda gittiğini apaçık seziyordu.
Yine bu Bozdoğan suyu menzilinde Rodos’u uzaktan yakından beneklemekte olan küçük adalardan Halke’deki Herek hisarının lağımlar yürütülmek suretiyle düşürüldüğü haberi alındı ve hayra yorularak şenlikler yapıldı. Her çadırda şu ilk muvaffakiyet şerefine meşale yakılıp destanlar ırlanırken Süleyman kendi otağı önüne çıkmıştı, askerin pırıltılı ve gürültülü neşesine gözünü, kulağını vererek Hürrem’i düşünüyordu ve bu nurlu sevinç içinde can dediği, canan dediği mahlukla kendi kalbini kucaklaştırıyordu.
Bozdoğan suyu, ordu için uğurlu gelmekle beraber harp sahnesine bir ayak önce varılmak iştiyakı da bütün gönüllere hâkimdi. Bu sebeple İstanbul’dan gelen ulağın uzun bir mektupla geri çevrilmesini müteakip göç borusu çalındı, kösler inledi ve çadırlar yıkılarak yola çıkıldı. Tamla, Şah Medresesi, Şahna Ovası, Gökbeli derbendi ve Bozöyüğü geçildi, Muğla civarındaki Karabağ sahrasına gelindi. Orada Menteşeoğullarından İlyas Bey, hünkârın şerefine büyük bir ziyafet hazırlamıştı ve uzunca bir yola kıymetli kumaşlar, şallar, halılar döşemişti.
Süleyman, Belgrat seferine giderken yoluna dökülen bütün peşkeşler için yaptığı gibi İlyas Bey’in sunduğu armağanları da, “Aldım, kabul ettim, yine sana bağışladım.” sözleriyle geri verdi. Lakin Muğla mıntıkasında bir zamanlar hüküm süren Menteşe Bey’in bu civanmert varisine bol bol iltifat etti. Vaktiyle tahtta oturmuş, taç giymiş, sikke kestirmiş ve saltanat sürmüş olan bir adamın torunuyla yüzleşmek onu heyecana düşürmüştü, tefelsüfe sevk ediyordu. İlyas Bey’e yurduna dönmek emrini verdikten sonra nedimi İbrahim’e içini açtı:
“Biz…” dedi. “İki yüz elli yıldan beri tahtlar deviriyoruz, hanümanlar söndürüyoruz. Tanrı’nın yardımını gördükçe bundan sonra da oğullarımız, torunlarımız bu yolda yürüyecektir. Fakat ikbalin maklubu labekadır, her kemalin bir zevali vardır. Bir gün bizim soyun da sonu gelir, yarattığımız saltanatın yerinde yeller eser.”
Ve biraz düşündü, sonra içini çekti:
“Şu Menteşe oğlunu görünce işte böyle düşündüm. Onun dedesi bir hükümdardı. Kendisi şimdi çiftçilik ediyor. Dünyanın kararı yok İbrahim, dönüyor, boyuna dönüyor. Veyl13 bunu anlamayanlara, fani bir ikbale bel bağlayanlara!”
İhtimal ki hakiki ikbalin aşkta tecelli edeceğini, sevip sevilmenin ve kendi gönlünde bir güzele taht kurup karşılığında da o güzelin yüreğinde tahta oturmanın hükümdarlıktan, tâcidarlıktan değil cihangirlikten daha yüksek bir bahtiyarlık olacağını söyleyecekti. Fakat bu derece hayıflanmayı vakarına yakıştırmadı, kendi şiirlerinden olan şu beyti okumakla iktifa etti:
Mülkü dünya kimseye kalmaz sonu berbad olur
Ey Muhibbi, şöyle farz et kim Süleyman olmuşuz! 14
Zeki nedim, efendisinin böyle acı acı söylenmesindeki hakiki sebebi kavramakla beraber tecahül ediyordu, zemine ve zamana münasip sözler bulup hünkârın coşkunluğunu gidermeye çalışıyordu. Fakat padişah, kendi hayalinin geniş ufuklarında dolaşarak nedimini dinlemiyordu. Nitekim elemden kurtulmak çaresini de yine o ufukların bir köşesinde buldu ve birdenbire sordu:
“Son menzile hangi gün ulaşacağız?”
İbrahim, hayalden hakikate, aşktan harbe bir lahzada geçiveren hünkârın bu garip istihalelerine alışkın olduğu için hayret göstermedi, hemen cevap verdi:
“Yarın değil, öbür gün!”
“Öyleyse yüreğimizi kapayalım, gözümüzü açalım. Kalemi bırakalım, kılıca yapışalım.”
Ve dediğini hakikaten de yaptı, Gökova ve Kargasekmez yoluyla Marmaris limanına varıldığı gün o, tamamıyla değişmişti, aşkını ve ızdırabını kalbine hapsederek bütün benliğini harp işlerine vermişti. Marmaris’ten Rodos’a geçen büyük ordunun her neferi onu, yük hayvanlarının ve sayısız denklerin arasında dimdik durmuş görüyor ve bu duruşta adayı uzaktan yakalamak isteyen kudretli bir ihtirasın azametini seziyordu.
Rodos Adası’nı bademe benzetirler, görünüş de gerçekten öyledir. Fakat herhangi bir Türk için bu ada, evini bulamayıp avare kalmış bir göz bebeğine benzer. Çünkü Anadolu’nun yanı başındayken o mübarek buradan ayrı düşmüştür. İşte bu ayrılık ona, evsiz bir göz bebeği yetimliği verir. Marmaris de bu vaziyette, bebeksiz bir göz gibidir. Adayla liman, birbirini tamamlamak için yaratılmıştır ve Marmaris, adayı bağrına basmak iştahıyla daima açık duran bir kucağı andırır.
Dört yüz on beş yıl evvel de vaziyet böyleydi. Ada, yerleşmek için muhtaç olduğu evi arayan bir göz bebeği gibi acıklı bir durumdaydı. Marmaris, bebeğini kaybetmiş bir göz gibi görünüyordu. Üsküdar’dan yürüyüşe geçip şimdi Marmaris’ten kayıkla, çektirilerle fevç fevç Rodos’a dökülen ordu, işte bu birbirine müştak ve birbirine muhtaç iki coğrafya yetimini aynı bayrak altında birleştirmek ülküsünü taşıyordu.
Anadolu’yu ezelden beri ellerinde tutan Türklerin Rodos’u da benimsemek istemeleri tarihî bir zaruretten doğuyordu. Anadolu’ya hiçbir zaman ayak atmalarına imkân olmayan -Kudüs’ten kovulma-şövalyelerin Rodos’ta oturmalarıysa korsanlık yapmak için orayı müsait bulmalarından ileri geliyordu. O hâlde Türk ordusu hakkın silahı, şövalyeler haksızlığın siperiydi ve o silahın bu siperi parçalaması insanlık haysiyetini yükseltecek bir hadise olacaktı.
Fakat
13
Veyl: Yazık, vah vah. (e.n.)
14
Sultan Süleyman şiirlerinde Muhibbi mahlasını kullanırdı. Harp yolculuklarında beyler, paşalar tarafından çekilen peşkeşleri iade etmeyi de âdet edinmişti. Bu işi ilkin, Belgrat seferine giderken Edirne’de yaptı, orada Rumeli beylerbeyiyle sancak beyleri tarafından sunulan armağanları geri verdi ve bütün hayatında âdetini bozmadı.