Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 6
Piri Paşa yer öpüp çıktıktan sonra Sultan Süleyman, Manisa’da dul bir kadından satın alıp kendine nedim edindiği, tahta çıktıktan sonra da hasodabaşı yaptığı İbrahim’i çağırttı:
“Sadrazam…” dedi. “Rodos’a seferin vakti geldiğini anladı. Fakat kendinin atılma vakti geldiğini anlamadı. Bu işi hemen yapayım mı yoksa Rodos dönüşüne kadar bekleyeyim mi? Sözü sana bırakıyorum.”
O, sevinçten kıpkırmızı kesilmekle beraber hırsını tatmin etmekte ve ettirmekte acele etmedi, efendisinin elini öperek yalvardı:
“Beni şimdi vezir edinirsen kem nazara uğrarım, hizmetinde bulunmak şerefinden uzak kalırım. Belki sen de dile gelirsin. Onun için kerem et, Rodos dönüşüne kadar beni yerimde bırak.”
Rodos’a gidecek ordu ve donanma hazırlanıncaya kadar Süleyman, hareme girmedi, kadınlarla temas etmedi, hasodabaşıyla baş başa yaşadı. Birlikte yiyor, birlikte içiyor ve birlikte yatıyordu. Harp hazırlıklarının tamamlanması işini Piri Paşa’ya bırakmıştı, kendisi zeki ve sanatkâr nediminin yanık sesini, kıvrak sazını dinlemekle ve şarap içmekle vakit geçiriyordu. Hürrem adını taktığı körpe halayık hakkındaki duygularını, düşüncelerini İbrahim’e de anlatmıştı. Artık o isim, Hürrem ismi, âşık padişahın ağzında efsunlu bir meze bir çerez mahiyeti almıştı. Her şarap kadehi sonunda bu ismi çiğniyordu, şarap zevkini onunla olgunlaştırıyordu.
Yalnız şarap değil, saz da Hürrem’i anmak ve andırmak için vesile olup gidiyordu. İbrahim, yaya el vurup sazının tellerini:
Beni senden sanema kimse cüda eyleyemez
Meğer ol gün ki gele, canı yerinden ayıra
diye yanık yanık söyletince, Süleyman padişahlık vakarından sıyrılır gibi oluyordu:
“Öyledir İbrahim öyle. Teller doğru söylüyor.” diye inim inim inliyordu. Bazen yüreğinde alevlenen aşkın ibramiyle çılgına döner, İbrahim’in terennüm ettiği besteyi yarım bıraktırarak haykırırdı:
“Bırak dedikoduyu, bırak ruhsuz sözleri. Bana benim anlayacağım ‘kelamı’ oku.”
Hasodabaşı bu emri alır almaz nağmeyi değiştirir ve gözlerini efendisinin süzgün gözlerine dikerek sazını şu biçimde ağlatırdı:
Dağı gamin ki mihrü muhabbet nişânıdır
Sinemde saklarım ki saadet nişânıdır
Pargalı sanatkâr, efendisinin ara sıra pek üzüntü gösterdiğini görünce ayaklarına kapanıp yalvarırdı:
“Sana bir değil, bin değil, yüz bin can feda, niye gam çekersin. Çekil halvete, dilediğin kâmı al. Önünde engel mi var?”
O vakit hünkâr, acı acı gülümserdi:
“Bu bir sırdır, ruh sırrıdır. Ben ona başka türlü âşığım. ‘Gel!’ desem geleceğini bilirim, hatta ‘Öl!’ desem öleceğini bilirim. Çünkü ben padişahım, o bir halayıktır. Fakat bu, kaziyenin dış yüzüdür. İçyüzüne gelince yerlerimiz değişiyor. O sultan oluyor, kölelik bana düşüyor. Böyle olunca da gel demek, öl demek onun hakkı!”
“Siz işaret buyurun, o ‘gel’ demekten çekinmez, çünkü haddine düşmez hünkârım.”
“Çekinmez, belki. Fakat âşıklar mezhebinde teklife cevaz yoktur. Maşuk, zamanında merhamet eder, âşığı ölümden kurtarır.”
Ve kendi kendini teselli etmek istiyormuş gibi davranarak şöyle bir misal gösterdi:
“Biz, rahmetli pederimizle elbette ölçülemeyiz. Onun kadar ne cebbar, ne de kahharız. Hâlbuki aşk o gerçekten yavuz kişiyi de nâleden nâle (çöp demektir) çevirmiş, zârü nizar etmişti.
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek
diyen babam değil miydi?”
Hasodabaşı İbrahim, bu gamlı gamlı söylenişlere, bu acı acı dert yanışlara karşı yine efendisinden dinlediği ve onun meclislerinde duyduğu felsefi sözlerle karşılık verirdi:
“Haklısın hünkârım.” derdi. “Aşk önüne geçilmez bir kudrettir. Allah’ın azametinden süzülüp yüreklere sinen bir nur zerresidir. İmansız vicdan gibi aşksız irfan da karadır, kapkaradır. Sevin, daima sevin. Fakat: Aşk odu evvel düşer maşuka andan âşıka/Şem’i gör kim yanmadan yandırmadı pervaneyi sözünü unutmayın. Sizi yakan güzellik, güneş de olsa mutlaka sizden önce yanar. Buna inanın!”
İbrahim, çok zeki bir gençti. Kürenin yarısını elinde tutan, öbür yarısını da haşmetinin velvelesiyle sersemleştiren şu tâcidar âşığın ruhunu kavramıştı. Huyunu bütün incelikleriyle öğrenmişti. Kendi vazifesi onun nabzına göre şerbet vermekti. Çünkü yarı kürenin -Süleyman’dan sonra- en kudretli adamı olmak için böyle davranmak gerekti. Lakin nabza göre şerbet vermek, hakikatlerden tegafül etmek değildi. O, vereceği şerbetin şekerini sezdiği hakikatin rengine ve mahiyetine nazaran tayin etmeyi de gerekli bulurdu.
Aşk işinde de bu yolu tutmuştu. Padişahın mizacındaki feveranı gözeterek dil kullanıyordu. Yoksa tahtın güzellik önünde hasıra çevrilmeyeceğini, yerlerde sürünmeyeceğini biliyordu. Taç, bir küme altın saç önünde belki eğilir, fakat bu eğiliş o saçı kendine tuğ yapmak içindir! Taht da müstesna bir güzelliğe karşı duygu gösterir, incizap gösterir ve açılır. Lakin maksadı o güzelliği içine atmak ve eritmektir.
İbrahim bütün bu hakikatleri biliyordu hatta Sultan Süleyman’ın Hürrem’e gösterdiği çılgınca bağlılığın neden ileri geldiğini de anlıyordu. Sarayında üç yüz kadın bulunduran ve binlercesini daha bulundurmaya da kadir olan bu genç hükümdarın Rusya’dan getirilmiş esir bir kıza ilk görüşte bu kadar bağlanması başkalarını hayrete düşürse bile hasodabaşıya taaccüp vermezdi. Zira o, padişahın hudutsuz bir kudretten, her dilediğine ermekten, her istediğini yapmaktan, her aradığını bulmaktan bıkarak acze, ızdıraba teşne kaldığını, kolaylıklardan usanıp güçlükler aradığını çoktan sezmiş bulunuyordu. Zeki gencin kanaatine göre padişahın Hürrem’e yanıp yakılması ve hele onu hemen kendine mal etmeyerek uzakta bulundurmak suretiyle ortaya suni bir hicran koyması hep o ruhi sebepten, acı duymak ve güçlüklerle pençeleşmek ihtiyacından ileri geliyordu. Şu hâlde kendisine düşen vazife padişahın bu ruhi hâletini okşamak, muhayyel elemlerini körüklemek, şimdilik uydurma olan aşkını beslemekti.
İbrahim, kendi ikbalini ve istikbalini düşünerek nedimlik vazifesini ince bir maharetle yaparken Sultan Süleyman’ın arızi ve gelip geçici temayüllerinin yanında yaşayan öz benliğini de gözden uzak tutmuyordu. Ne şarap ne saz o özü, uzun müddet sarhoş tutamazdı. Aşk da -şimdi görünen marazi şekilde de olsa- o benliği boyuna uyutamazdı. İbrahim, bu sebeple hiçbir fırsatı kaçırmıyor, şaraptan biraz gına hasıl oldukça, saza biraz ara verildikçe sözü devlet işlerine ve o günün en büyük maslahatı olan Rodos seferine intikal ettiriyordu.
Sultan