Hürrem Sultan. M. Turhan Tan
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Hürrem Sultan - M. Turhan Tan страница 3
İşte Hürrem Sultan’ın Topkapı Sarayı’na gelişi, Sultan Süleyman’la ilk karşılaşması böyle oldu. Hünkâr, Kırım Hanı Mehmet Giray’dan gelen mektubun delaletiyle bu kızın Galiçya köylerinden Rogatino’da doğduğunu, babasının papaz bulunduğunu öğrenmişti. Fakat bu hâl tercümesinin dikkate değer yeri yoktu. Çünkü büyük oğlunun anası Mahidevran Kafkasyalıydı, soy sop bakımından kimin nesi olduğu belirsizdi. Dalmaçya’dan, Macaristan’dan, Almanya’dan, Lehistan’dan, İspanya’dan, Portekiz’den yakalanıp getirilmiş olan bütün öbür kızlar, sayıları üç yüzü bulan o renk renk halayıklar da aşağı yukarı aynı vaziyette bulunuyorlardı. Bu sebeple hünkâr, yeni ve pek körpe esirin nesebiyle, almış olduğu kilise terbiyesiyle ilgilenmedi, onun taşıdığı gizli hüviyete alaka gösterdi. Kızın gözden ziyade yürekle, ruhla sezilen manevi güzelliği, büyüye benzeyen ve eseri hissolunup da mahiyeti sezilmeyen iç kudreti kendini bir lahzada teshir etmiş gibiydi.
Bununla beraber acele etmedi, onun -yılda üç beş kız için yaptırdığı gibi- hemen hamama sokulmasına, güzelce temizlettirildikten sonra yanına getirilmesine emir vermedi. Çünkü tahta çıkmazdan evvel babasından yüksek işler başarmadıkça ve hele mensup olduğu sülalenin en büyük şahsiyeti sayılan Fatih Sultan Mehmet’in mağlup kaldığı yerlerde galip olmadıkça saray eğlencelerine bel bağlamamayı vicdanına karşı taahhüt etmiş bulunuyordu. Hâlbuki saltanata kavuşalı iki yıl olduğu hâlde ahdini henüz yerine getirmiş değildi, bir yıl önce Belgrat’ı almakla Fatih’i bir hatve5 geçmişti lakin kendisine tefevvuk etmek istediği o ünlü hükümdar zamanında vukua gelen Rodos bozgunluğunun intikamı hâlâ alınmamıştı. O ünlü kaleyi düşürmedikçe ve Fatih’in adaya kadar yollayıp da diktiremediği Türk bayrağını şövalyeler sarayının tepesine asmadıkça içmiş olduğu ant yerine gelmiş sayılmazdı.
Bu, vicdani bir kaziyeydi. Fakat kendisini körpe esirden şimdilik uzak tutan başka sebepler de vardı ve bunların başında kızın Türkçe bilmemesi geliyordu. Gerçi aşkın dili beynelmileldir.
Medeni, bedevi ve vahşi her erkek, tesadüf edip de hoşlandığı herhangi bir kadınla anlaşmakta güçlük çekmez. Tabiatın ibramiyle vukua gelen cinsî itilaflarda kelimenin yeri yoktur. Çünkü ağızların vazifesi böyle vaziyetlerde konuşmak değil öpüşmektir. Bunun içinse lügate ihtiyaç duyulmaz.
Sultan Süleyman da bir tek Türkçe bilmeyen birçok kızlara aşkını hissettirmiş ve onların sundukları aşkı, yine kelimesiz bir belagat içinde pekâlâ anlayarak kabul etmişti. Fakat şu Rus kızıyla, beşeriyetin o müşterek dilini kullanarak ve dilsiz kalarak görüşmek, anlaşmak istemiyordu. Çünkü kıza karşı kalbinde uyanan incizap ondaki yüz güzelliğinden, ten tazeliğinden ileri gelmiyordu, anlaşılmaz bir özün eseri bulunuyordu, o özü çözmek ise ancak kelimeli, cümleli bir lisana müstenit uzun muhaverelerle, münakaşalarla mümkün olabilirdi.
Hünkârın nefsine karşı dahi itiraf etmek istememesine rağmen kafasında dolaşan müphem bir düşüncenin de bu teenni meselesinde yeri vardı. O, girdiği kalpte hâkim olmak istidadını sezdiren küçük esirin bu ruhi kudretine karşı kendi benliğinde bir muvazene kurmak, onu mağlup etmese bile nefsini de yendirmeyerek galibi ve mağlubu olmayan bir aşk hayatı yaşamak kaygısına düşmüştü. Babadan, dededen kalma bir kudretin değil, bizzat yaratılmış bir haşmetin sahibi olarak küçük esirle temasa geçmek istiyordu. Bunun için de yeni harpler, yeni zaferler kazanmak lazımdı.
İşte kısmen açık, kısmen müphem olan bu düşüncelerin tesiriyle genç hükümdar iradesine hâkim oldu, kalbine düşen kıvılcımı yavaş yavaş ateş olmak üzere yine kalbinde sakladı, küçük esiri yanından uzaklaştırdı ve sonra annesine döndü:
“Valide…” dedi. “Kızı beğendim. Yakında o da Mahidevran gibi senin gelinin olacak, sana torunlar doğuracak. Fakat şimdilik sana yakın, bana uzak kalsın. Çünkü dil bilmiyor, yol bilmiyor. Benim hatırım için zahmet edip de kendisini terbiye edersen çok memnun olurum.”
Hafsa Sultan, her yıl bir iki yeni gözdenin sarayda yer almasına rağmen hünkâr üzerinde kuvvetli bir nüfuz yürütegelen Mahidevran’ı hatırlamaktan geri kalmadı:
“Başüstüne aslanım.” dedi. “Küçük kızı senin hizmetine layık bir hâle koyarım. Fakat hasekiden korkarım. Biliyorsun ya, o densizdir, huysuzluk eder, senin aziz başını ağrıtır.”
“Sen ona kulak asma, dediğimi yap. Şayet hasekinin bir densizliğini görürsen bana haber ver, haddini bildireyim. On yıldır kahrını çektiğim yetmez mi onun!”
Ve ayağa kalktı, gitmeye davrandı, annesi de genç bir sıçrayışla peşinden fırlamıştı, onu kapıya kadar teşyi etmeye hazırlanıyordu, eşiğin önünde ikisi birden aynı düşünceye kapıldılar ve aynı zamanda birbirlerine sordular:
“Kızın adı ne olacak?”
Bu gerçekten mühim bir meseleydi ve saray hayatında halayık adlarının oynadığı rol büyüktü. Çünkü ismin gökten indiğine, uğur ve uğursuzluk getirdiğine inanılırdı. Gerçi analarından babalarından aldıkları adı unutarak sarayda yeni isimlerle çağrılmaya alışan kadınlar, Arapça ve Acemce kelimelerin birleştirilmesiyle yapılan kendi adlarını doğru söyleyemezlerdi, garip değişikliklere uğratırlardı. Lakin o adın manasını mutlaka bilirler ve bu manadaki kuvvete, zarafete göre övünürlerdi. Adında zarif ve latif bir mefhum bulunmayan kadınlar ise âdeta demlenirler, yeni bir ad almak çaresini aramaya koyulurlardı.
Hafsa Sultan işte bu telakkiye uyarak, hünkâr da yüreğini büyüleyen kızı güzel bir isimle anmak zevkini kuruntulayarak bir anda aynı mevzuya temas etmişlerdi. Anne, mütefekkir bir vaziyet alan oğlunu memnun edeceğini umarak acele etti.
“Yavrucağıza Gülbahar diyelim. Rahmetli büyükannenin, kaynanamın adı. Uğurlu gelir belki.”
Süleyman, dudaklarını büktü, dalgın dalgın mırıldandı:
“Babamın anası Gülbahar ölünce ben on beş yaşındaydım, boyuyla bosuyla, kaşıyla gözüyle kafamda dipdiri duruyor. Güzeldi ama bu Rus kızı kadar alımlı değildi.”
“Talihliydi ya yeter. Baban gibi bir aslan doğurmuştu.”
“Her Gülbahar bir Yavuz doğurmaz anne, başka bir Gülbahar da dedemi doğurmuştu.”
“Yeri nur olsun, dedenin nesi vardı ki?”
“İki büyük arasında bir küçüktü o valide: Fatih’in oğlu, Yavuz’un babası? İkisine de münasebeti yok gibi bir şey!”
“Deme aslanım, böyle deme, dedenin ruhu incinir, bugüne bugün onun kanını taşıyorsun. Ben de duyarak, işiterek biliyorum. Rahmetli deden, cennetlik baban gibi yavuz kişi değildi ama allahlıktı. Ona ‘veli’ diyorlar.”
“Deli dememek için anne, deli dememek için. Sen bu halkı tanımazsın. Onlar, bir kelimeyle koca bir padişahı maskaraya çevirirler. Dedeme veli demelerinin sebebi budur,
4
Sehhar: Büyüleyici. (e.n.)
5
Hatve: Adım. (e.n.)