Ölüler Yaşıyor mu?. Hüseyin Rahmi Gürpınar

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Ölüler Yaşıyor mu? - Hüseyin Rahmi Gürpınar страница 9

Жанр:
Серия:
Издательство:
Ölüler Yaşıyor mu? - Hüseyin Rahmi Gürpınar

Скачать книгу

ve babamın yanında bulunuyordum. Bir sabah saat yediye doğru Yunanca bir kitabın sayfalarını karıştırırken bir kapı açılır gibi bir gürültü duydum. Baktım ki mutfaktan doğru genç, güzel, uzun boylu bir kız geliyor. Arkasında bembeyaz bir gömlek vardı. Lüle lüle kumral saçları omuzlarından aşağı dökülmüştü. Hemen gülümsemeye benzer bir bakışla bana bakarak önümden geçti. Sonra kapıyı açtı. Ve gürültüyle kapayarak babamın odasına girdi.

      Ben, bulunduğum yerde şaşakaldım. Kendi kendime “Bu kız kimdir? Bizim evde ne arıyor?” dedim.

      Aşağı yukarı on dakika sonra babam odasından çıktı. Her zamanki gibi sabah yıkanmasını yapmak için mutfağa gitti. Ben merakımı çözümlemek için hemen babamın çıktığı odaya girdim. Fakat orada kimseyi bulamadım. Yatağın altına, iskemlelerin arkalarına, hatta çekmecelerin içine varıncaya kadar her yeri aradım. Kimse yok. Kız nereye kayboldu? Kapıdan tekrar çıkmış olaydı mutlaka görecektim. Pencerelerden dışarı atlaması da mümkün değildi. Çünkü dördüncü katta oturuyorduk.

      Babam tuvaletini yapıp da dönünce olayı anlattım. Hemen ikimiz beraber merdivene koştuk. Bir şey göremedik. Babam henüz açılmamış olan sokak kapısının sürgüsünü çekti. Kapıcıya sorduk, daha sabahleyin hiç kimsenin girip çıkmamış olduğu cevabını aldık.

      Bizim apartmanımızın karşısındaki dairede Avukat Manzini adında biri oturuyordu. Ona giderek olayı anlattık. Bu adam sözlerimize hiç şaşmadı. Tabii bir suretle biz dinledikten sonra şu karşılığı verdi: ‘Bildirdiğiniz yaştaki kız bir yıl önce şimdi babanızın yatmakta olduğu odada ölmüştü. Bu kızın ölümünden sonra gelip gezindiğini gören yalnız siz değilsiniz, sizden önce o apartmanda oturan kiracılara da aynen görünmüş olduğu için bu aile orayı korkudan bırakmak zorunda kalmıştı…’

      Mösyö Giuseppe Cavagnaro mektubunu şöyle bitiriyor:

      Olayın kesinlikle doğruluğunu size yeminle temin ederim.

      Ankete gelen karşılıklardan 767’nci mektup.

      Camille Flammarion ekliyor:

      “Verilen bu teminatla yetinmeyerek olayın geçtiği yerde soruşturma yaptırttım. Söylenenlerin harfi harfine doğruluğu belli oldu.

      İncelemeye girişmeden önce böyle olayları kesinlikle inkârda direnmekten ne çıkar? Toplumun itibarlı zümrelerinden aydın kimselerin tanıklıklarını niçin aşağı tabakalardan kaba halk kitlesinin sözleriyle bir tutmalıdır?”

      Talat Bey: “Bitti mi yavrum?”

      Orhan: “Bundan daha pek çok garipleri var.”

      Talat Bey: “Malum, bu gariplikleri dinleyenler de anlatanlar kadar saf yürekli olmalı. Teknolojinin ispat alanında yemin kullanılamaz. Bilimin deneysel metodu birbirine sadece güven aşılamakla yürümez. Ne diriye ve ne de ölüye benzeyen bu fantomu gözüktüğü anda çalyaka edip laboratuvara sokmalı. Tanımak istediğimiz doğa elemanları için ne işlem yapılıyorsa onu da öylece borulardan, potalardan geçirmeliyiz.”

      Bu tartışma biraz daha uzadı. Ortalık ağarıyordu. Uyumak için herkes odalarına çekildiler.

      Hava sakinlemişti. Fırtınanın sinirlere verdiği gerginlik birkaç saat uyku ile yatıştı.

      Saatlerce süren bu tartışmada ne Talat Bey’in inançsızlığı zerrece gevşemiş ne de beylerin inançlarından bir kıymık eksilmişti. Şeyh Battal’ın geceki apparition’u zihinlerde korkulu, saygıyla karışık büyük bir etki bırakmıştı. Hanımefendi inanmakta oğullarıyla beraberdi. Talat Bey olayın doğruluğunu kabule karşı görünmekle birlikte bu üç kişinin görgü tanıklıklarını büsbütün çürütebilecek kuvvette bir mantık kesinliği gösteremiyordu. Bunun için, ötekilerce bu muammayı göründüğü biçimde kabul etmek zorunluğu vardı.

      Hanımefendi Şeyh Battal’ın sefil ailesine yardım isteğine kayıtsız kalmadı. Bu şeyh o gece görünen bir hayalet değil, vaktiyle paşanın aziz dostlarından bir kişiydi.

      Bu aileyi o gün bulup yardımlarına yetişmek için bir otomobil getirtti. Çantasına yüz lira para koydu. Çeşmifettan’ı beraber aldı. Orhan’la Turhan bu kadar yıl sonra incarnation14 yapan yani cisimleşen bu mübarek şeyhin ailesini ziyaret şerefinde bulunmak isteğini gösterdiler. Hep birlikte taksiye doldular.

      Otoyola düzüldükten sonra bir de baktılar ki hayretle ne görsünler, Dilaver şoförün yanında oturuyor.

      Hanımefendi yarı öfke, yarı latife yollu haykırdı:

      “Ulan, oraya ne vakit atladın? Seni kim davet etti?”

      Dilaver sırıtarak: “Ben kendi kendimi davet ettim. Hiç kambersiz düğün olur mu?”

      “Neler de bilir afacan… Orada maskaralık edersen döverim seni alimallah!”

      “Akşam şeyhin kendisiyle müşerref oldum. Bugün de ailesini görmek merakına düştüm. Beyefendiler buna apparition diyorlar. Acemceden Fransızcaya geçmiş bir sözcük olacak, ‘aparma’dan geliyor.”

      Gülüştüler. Otomobil Karacaahmet’in güney tarafındaki yokuştan fakülteye doğru yol alıyordu. Ahiretin bu kara orman alanı dirilere ürküntü getirecek bir ilerleyişle etrafa kasvet saçıyordu.

      Nuhkuyusu semtine geldiler. Üsküdar’ın bazı mahalleleri hâlâ birkaç yüzyıl önceki yüzlerini değiştirmemiş gibidir. Orada Buhara’ya, Taşkent’e benzer caddeleri, sokakları, kervansarayları andırır hanlar… Adım başında minareleri, kubbeleri, damlarıyla gözleri karşılayan hesapsız camiler, mescitler, tekkeler, medreseler görürsünüz. Hayattan çok ölüme yer ayırmış bir memleket…

      Mahalle arası sokaklarından geçen birkaç kişiye Şeyh Battal ailesinin oturduğu sabık tekkeyi veya evi sordular. Bilen hiçbir kimse çıkmadı. Sonunda kapı çalmak zorunda kaldılar. İki üç evden olumsuz karşılık aldıktan sonra bir kocakarı işe yarayacak cevabı şöyle verdi:

      “Doğru bu sokaktan aşağıya ininiz. Sola sapınız. Önünüze yıkık bir mescit çıkar. On beş yirmi adım ileri gittikten sonra yine o sıradaki ilk kapıyı çalınız…”

      Hanımefendi: “Teşekkür ederiz hanım nine. Çok kimseye sorduk, bilemediler.”

      Kocakarı: “Şimdi eskiler hiçbir yerde tanınmıyor. Kimsenin kimseye önem verdiği yok. Can cana, baş başa… Hani kuzum o eski komşuluk kaldı mı? Komşu hakkının yarın ahirette yedi yerde suali olduğunu kimse düşünüyor mu? Eskiden komşu demek akraba demekti. Birbirimizin her işine bulunuverirdik. Geçenlerde hastalandım da kapımı çalıp Allah için bana bir bardak su veren olmadı. Bu mahallede eskilerden bir ben kaldım, bir de şu karşıki evde hattatın anası Hafize. Ötekiler hep yeni. Soyları sopları bellisiz… Nereden geldikleri malum değil… Hep kesik saçlı, püskürme benli, sürmeli, allı morlu boyacı kedisi gibi mahluklar. İnanır mısın hanımefendi, bu mahallede Üsküdar Parkı’nda dans etmedik, şükür bir ben varım… Bir de Hafize…”

      Dilaver

Скачать книгу


<p>14</p>

Incarnation: Vücut bulma, cisimleşme, canlanma. (e.n.)