Savaş ve Barış II. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış II. Cilt - Лев Толстой страница 48
Yaverler, Kutuzof’tan önce avluya girmek üzere atlarını ileri sürdüler. Kutuzof, ağırlığı altında ezilmiş gibi tembel tembel yürüyen atını sürekli olarak dürtüyor ve durmadan başını sallıyor; elini, giydiği (kırmızı kenarlı ve güneşliksiz) süvari muhafızı kasketine götürüyordu. Kendisini selamlayan ve büyük bir kısmı madalyalı olan babayiğit humbaracılar mangasına yaklaşınca komuta etmeye alışmış bir insanın keskin bakışıyla bir şey söylemeden ve dikkatle süzdü onları. Sonra yanındaki generallere döndü. Yüzünde kurnazca bir ifade belirdi ve hayret ediyormuş gibi omuzlarını kaldırarak “Bu yiğitlerle geri geri çekiliyoruz ha!” dedi. “Hem de durmadan geri çekiliyoruz! Eh, hoşça kalın General!”
Ve atını kapıya, Prens Andrey ile Denisof’un önüne sürdü. Arkasından, “Hurra! Hurra! Hurra!” diye bağırıyorlardı.
Prens Andrey görmeyeli beri, Kutuzof adamakıllı şişmanlamış, yağ bağlamış ve âdeta şişmişti. Ama çok iyi bildiği ak gözü, yüzündeki yara, yorgun hâli hep aynıydı. Bir üniforma redingotu giymişti, ince kayışlı kırbacı omuzundan sarkıyordu ve kendini iyice koyvermiş hâlde, güçlü atının üzerinde ağır ağır sallanıyordu.
“Füv… Füv… Füv…” diye hafiften ıslık çalarak avluya girdi. Angaryayı yapıp bitirdikten sonra dinlenmeye niyet eden bir adamın sakin sevinci vardı yüzünde. Sol ayağını üzengiden çıkardı, bütün ağırlığını vererek ve yüzünü buruşturarak bacağını güçlükle eyerin üstünden geçirdi, diziyle dayandı, inledi ve hazır bekleyen kazakların ve yaverlerin kollarına bıraktı kendisini.
Birden kendini toplayıp gözlerini kırpıştırdı ve çevresini süzdü. Andrey’e baktı, tanımamış olmalı ki sallana sallana merdivenlere doğru yürüdü.
“Füv… Füv… Füv…” diye ıslık çalıp Andrey’e yeniden baktı. Yaşlı kimselerde çoğunlukla görüldüğü gibi Prens’in yüzüne bakınca kim olduğunu hemen anlayamadı. Yorgun bir hâlde “Ooo Prens, nasılsın yavrum, nasılsın, gel gidelim…” dedi.
Ve ağırlığı altında gıcırdayan merdivenlerden ağır ağır çıktı. Redingotunun düğmelerini çözüp perondaki sıraya oturdu.
“Eee, baban nasıl bakalım?”
“Dün ölüm haberini aldım…” dedi Prens Andrey kısaca.
Kutuzof, korku dolu ve açılmış gözlerle baktı ona; kasketini çıkarıp haç çıkardı.
“Yeri cennet olsun! Tanrı’nın isteği hepimizin üzerine olsun!” dedi. Derin bir iç geçirdikten sonra sustu. “Onu sever ve sayardım, acına gönülden katılırım.” dedi ve Andrey’i koluyla sararak tombul göğsüne bastırdı ve uzun süre bırakmadı.
Kolunu gevşettiği zaman, Kutuzof’un sarkık dudaklarının titrediğini ve gözlerinde yaşlar biriktiğini gördü Prens Andrey. Kutuzof içini çekti ve kalkmak için iki elini sıraya dayadı.
“Gel, biraz konuşalım.” dedi.
Ama üstleri karşısında da düşman karşısında olduğu kadar atak olan Denisof, tam bu sırada, yaverlerin kendisini öfkeyle fısıldayarak durdurmak istemelerine aldırış etmeden mahmuzlarını şakırdatarak merdivenlerden çıktı. Kutuzof, sıraya dayadığı ellerini kaldırmadan ve hoşnutsuzluğunu belirten bir ifadeyle Denisof’a baktı. Kendini tanıtan Denisof, yurdun yararı için altese çok önemli bir konu açacağını söyledi.
“Yurdun yararına mı?” dedi Kutuzof. “Neymiş bu, görelim bakalım.”
Denisof genç bir kız gibi kızardı -bu yıpranmış, bıyıklı, sarhoş yüzün kızardığını görmek gerçekten garipti- ve Smolensk ile Vyazma arasında düşmanın harekât hattını yarma planını hiçbir çekingenlik duymadan anlatmaya başladı. Denisof, bu bölgelerde yaşadığı için çok iyi bilirdi buraları. Kendinden emin sözleri, planının iyi bir şey olduğunu gösterir gibiydi. Kutuzof ayaklarına bakıyor, hoşa gitmeyecek bir şeyin çıkmasını bekler gibi kimi zaman komşu evin kapısına göz atıyordu. Gerçekten de Denisof konuşurken bu kapıdan, koltuğunun altında çantayla bir general çıktı.
Denisof’un sözünü keserek “Nasıl? Hazır mı?” diye sordu Kutuzof.
“Evet, altes!” dedi general.
“Tek bir adam bütün bunların üstesinden nasıl gelir?” der gibi başını salladı Kutuzof ve Denisof’u dinlemeye devam etti.
“Napolyon’un ulaşım hatlarını keseceğim konusunda size Rus subayının şeref sözünü veririm…” diyordu Denisof.
“Başlevazımcı Kiril Andreyeviç Denisof neyin olur senin?” diye onun sözünü kesti Kutuzof.
“Öz amcam olur altes.”
“Onunla dosttuk…” dedi Kutuzof neşeyle. “Peki dostum, peki; burada karargâhta kalın, yarın görüşürüz.”
Denisof’a başıyla bir işaret yaptıktan sonra, Konovnitsin’in getirdiği kâğıtları almak üzere döndü.
Nöbetçi general hoşnutsuzluğunu hafifçe belirten bir sesle “Odaya geçmek lütfunda bulunmaz mısınız altes? Planları gözden geçirmek ve bazı belgeleri imzalamak gerekiyor…” dedi.
Evden çıkan bir yaver, içeride her şeyin hazır olduğunu bildirdi. Ama Kutuzof’un işleri bitirmeden içeriye girmek niyetinde olmadığı belliydi. Alnını buruşturarak “Hayır dostum, buraya bir masa getirin. Hepsini burada göreceğim.” dedi. “Sen gitme!” diye ekledi Prens Andrey’e dönerek.
Prens, peronda kaldı ve nöbetçi generalin söylediklerini dinlemeye koyuldu.
General raporunu verirken giriş kapısının ötesinden gelen kadın fısıltıları, ipek elbise hışırtıları duyuyordu Andrey. Birkaç kere dönüp o yana baktı. Kapının ötesinde, elinde bir tabak, sırtında pembe bir elbise ve başında leylak rengi başörtüyle etine dolgun, pembe beyaz, güzel bir kadının beklediğini gördü. Şüphesiz Başkomutan’ın yanına gelmek istiyordu. Yaver, alçak sesle, hoş geldiniz anlamına gelen tuzu ve ekmeği sunmak için bekleyen papazın karısı, yani ev sahibesi olduğunu açıkladı. Kocası, altesi, kilisede haçla karşılamıştı; o da evde karşılıyordu…
“Çok güzel bir şey…” diye ekledi.
Bu sözler üzerine Kutuzof başını çevirdi. Generalin, Tsarevo-Zaymişçe’deki mevziyi eleştiren raporunu, tıpkı Denisof’u ve yedi yıl önce Austerlitz Savaş Kurultayındaki tartışmaları dinlediği gibi dinliyordu. Bir tanesi pamukla tıkalı olmasına rağmen yine de Tanrı kulak vermiş olduğu için dinliyordu şüphesiz. Ama nöbetçi generalin söylediklerinden hiçbiri şaşırtmaz ve ilgilendirmezdi onu. Söyleyeceği şeyleri zaten biliyordu ve papazın duasının dinlenmesi gerektiği gibi dinliyordu bunları. Denisof’un bütün söyledikleri makul ve uygulanabilir şeylerdi. Nöbetçi generalin söyledikleri daha da öyleydi. Ama Kutuzof’un bilgi ve zekâyı küçümsediği, sorunu çözecek olan ve bilgi ile zekâya bağlı bulunmayan bir başka şeyi bildiği belliydi. Prens Andrey,