Savaş ve Barış II. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış II. Cilt - Лев Толстой страница 44
İhtiyar sanki kızmış gibi başını önüne eğerek söylendi:
“Niçin kabul edelim? Buğdaya ihtiyacımız yok!”
“Niçin her şeyi bırakıp gidelim? İstemiyoruz… Hayır, istemiyoruz. Razı değiliz buna, sana üzülüyoruz. Kendin yalnız git…” diye sesler yükseldi kalabalıktan.
Ve bütün yüzlerde yeniden tek ve aynı anlam belirdi. Ne var ki bu sefer, merak ya da minnettarlık söz konusu değildi; düşmanca bir kararlılıktı bu.
“Şüphesiz yanlış anladınız…” dedi Prenses Mariya üzüntüyle gülümseyerek. “Niçin buradan gitmek istemiyorsunuz? Size ev ve yiyecek vereceğimi söylüyorum, söz bu. Burada düşman mahveder sizi…”
Ama kalabalığın gürültüsü arasında sesi duyulmaz olmuştu.
“Razı değiliz biz! Varsın mahvetsin bizi! Buğdayını almayacağız, razı değiliz!”
Prenses Mariya, kalabalıktan biriyle yeniden göz göze gelmek istedi. Ama hiç kimse gözlerine bakmıyordu, bakışlarını kaçırıyorlardı. Prenses ne yapacağını kestiremedi.
“Ne güzel öğütler de veriyor… Esirliğe devam etmek için ardından gidecekmişiz! Evin ocağın harap olsun, üstelik boyunduruk altında yaşamaya devam et! Bak hele! Buğday verecekmiş!” diyen sesler duyuluyordu kalabalıktan.
Başını önüne eğen Prenses Mariya kalabalıktan ayrıldı ve eve girdi. Hareket etmesi için ertesi gün kendisine at gerekli olduğunu Dron’a tekrarlayarak odasına çekildi ve düşüncelere daldı.
XII
Prenses Mariya, o gece, odasının açık penceresi önünde oturdu ve mujiklerin köyden yankılanan seslerini dinledi. Ama onları düşünmüyordu. Ne yapsa onları anlayamayacağını biliyordu. Bir tek şeyi düşünüyordu sadece: Bu da günün endişelerinin yarattığı duraklamadan sonra artık geçmişe aitmiş gibi görünen ve derinden duymuş olduğu o acıydı. Artık hatırlayabilir, ağlayabilir, dua edebilirdi. Güneş batınca rüzgâr da kesilmişti. Gece, sakin ve serindi. Gece yarısında köyden gelen sesler kesildi, bir horoz öttü. Ihlamurların arasından bir dolunay çıktı. Serin, beyaz bir çiğ sisi yükseldi; sessizlik, köyü ve evi kapladı.
Yakın geçmişin hatıraları, babasının hastalığı ve son günleri gözünün önünde canlandı. Bunları kederli bir sevinçle tek tek gözünün önüne getiriyor; yalnızca bir tanesini, gecenin bu esrarlı ve sakin saatinde, zihninde canlandırmaya bile cesaret edemediği babasının ölüm sahnesini uzaklaştırmaya çalışıyordu.
Bu tablolar öyle açık bir şekilde, öyle ince ayrıntılarıyla gözlerinin önüne geliyordu ki onları kâh bir gerçek kâh bir geçmiş kâh bir gelecek sanıyordu.
Babasına inme inmesi, Lisi Gori’de koltuklarına girip bahçede sürüklemeleri, dolaşan diliyle bir şeyler söylemeye çalışması, kırlaşmış kaşlarını oynatıp durması ve korku dolu gözlerle bakışı, sanki yeniden gerçekleşen ve onun gözünde canlanan şeylerdi.
Ölürken bana söylediklerini o anda söylemek istiyordu aslında. Bu sözleri söylemeyi her zaman istemişti… dedi Prenses kendi kendine.
Daha sonra, babasının isteğine karşı gelerek bir felaket olacağını önceden sezip Lisi Gori’de kaldığı geceyi, krizden önceki geceyi hatırladı. Uyuyamamış, ayaklarının ucuna basarak aşağıya inmiş, babasının geceyi geçirdiği çiçekliğin kapısına yaklaşarak onu dinlemişti. Bitkin ve yorgun sesiyle Tihon’a bir şeyler söylüyordu babası. Konuşmak istediği besbelliydi. Beni niçin çağırmadı? diye düşündü Prenses Mariya. Artık, içindekileri hiç kimseye açıklayamayacak. Düşündüklerinin tümünü söyleyebileceği o an, benim için de onun için de artık geri dönmemecesine kayboldu. Ben Tihon değilim, onu anlardım. Peki niçin odaya girmedim? Öldüğü gün söylediklerini belki o anda söyleyecekti bana. Tihon’la konuşurken iki kere beni sormuştu. Bense kapının ardında duruyor, içeri girmiyordum. Kendisini anlamayan Tihon’la konuşması büyük bir tatsızlıktı onun için. Öldüğünü unuttuğu Lise’den sağmış gibi söz ediyordu. Tihon gerçeği hatırlatınca “Aptal!” diye haykırdı. Karyolaya yatmasını ve “Tanrı’m!” diye inlemesini şimdi olmuş gibi hatırlıyorum. Niçin girmedim içeri? Ne yapardı bana? Kaybedeceğim ne vardı? Belki yatışıp o sözleri söyleyiverirdi bana. Prenses Mariya, babasının öldüğü gün kendisine söylediği bir sözü yüksek sesle tekrarladı: “Canım!” Sonra içini rahatlatan gözyaşları döküldü gözlerinden.
Karşısında onun yüzünü görüyordu şimdi. Küçüklüğünden beri uzaktan gördüğü yüzü değildi bu; son gün, söylediklerini iyice işitmek için ağzına doğru eğilerek bütün buruşukları ve ayrıntılarıyla ilk defa çok yakından gördüğü o çekingen ve güçsüz yüzü…
“Canım!” diye tekrarladı.
Bu sözü söylediği zaman ne düşünüyordu ve acaba şimdi ne düşünüyor? diye geçirdi zihninden. Buna verilmiş bir cevap gibi tabutta beyaz mendille bağlı yüzündeki ifadeyle gördü onu. Ona dokunduğu ve dokunduğu şeyin o değil, esrarlı ve dehşet verici bir şey olduğunu hissettiği anki korku ve tedirginlik yeniden benliğini kapladı. Başka bir şey düşünmek, dua etmek istedi ama yapamadı. Onun ölü yüzünü yeniden görmeyi bekleyerek fal taşı gibi açılmış gözleriyle ay ışığına ve gölgelere bakıyordu; evin içini ve dışını kaplamış sessizlikte, zincire vurulmuş gibi hissediyordu kendisini.
“Dunyaşa!” diye fısıldadı.
Haykırdı ardından: “Dunyaşa!..”
Ve sessizliğin elinden sıyrılır gibi hizmetkârların odasına, sesini duyup dışarı fırlayan dadıya ve hizmetçilere doğru koştu.
XIII
17 Ağustos’ta Rostof ve İlin, esirlikten yeni dönen Lavruşka’yı ve bir hüsar emir erini de yanlarına alarak Boguçorovo’dan on beş verst uzaktaki Yankovo’da bulunan açık ordugâhlarından atla gezintiye çıktılar.
İlin’in yeni satın aldığı atı denemek ve köylerde ot bulunup bulunmadığını öğrenmek istiyorlardı.
Son üç gün içinde Boguçorovo, çarpışan iki ordu arasında kalmıştı. Öyle ki Rus artçıları da Fransız öncüleri de kolayca girebilirlerdi buraya. Uyanık bir süvari bölüğü komutanı olan Rostof; bundan ötürü Boguçorovo’da bulunabilecek erzaktan, Fransızlardan önce yararlanmak istiyordu.
Rostof ile İlin çok neşeliydiler. Bir prensin malı olduğunu bildikleri ve içinde büyük bir konak, kalabalık bir ev halkı ve aralarında belki de güzel hizmetçi kızların bulunduğu bu malikâneye yaklaşırken Lavruşka’ya Napolyon konusunda sorular soruyor; onun anlattıklarına gülüyor ve İlin’in yeni atını sınamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gittikleri köyün, kız kardeşinin eski nişanlısı Prens Bolkonski’nin mülkü olduğu Rostof’un aklının ucundan bile geçmiyordu.
Boguçorovo’nun yakınlarında, Rostof ve İlin son defa