Savaş ve Barış II. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış II. Cilt - Лев Толстой страница 40
Bir süre sonra gözlerini yeniden açtı. Kimsenin anlayamadığı bir şeyler söyleyip durdu. Prenses, söylediklerini biraz önceki ruhi durumu açısından yorumlayarak anlamaya çalışıyor; babasının Rusya’dan, Prens Andrey’den, kendisinden, torunundan ya da ölümünden söz ettiğini sanıyordu. Bundan ötürü bir şey anlayamıyordu.
Hasta, “Beyaz elbiseni giy, hoşuma gider o…” dedi.
Prenses Mariya bunu anlayınca katılır gibi ağlamaya başladı. Koluna giren doktor; sakinleşmesi, hazırlıklarla uğraşması gerektiğini söyledi ve odadan taraçaya çıkmasına yardım etti. Prenses Mariya çıktıktan sonra hasta yeniden oğlundan, savaştan söz etmeye, öfkelenip kaşlarını oynatmaya, sesini yükseltmeye çalıştı. İkinci ve sonuncu kriz gelmişti.
Prenses Mariya taraçada durdu. Hava açık, güneşli ve sıcaktı. Babasına karşı duyduğu ve sanki o ana kadar farkında olmadığı tutkulu ve ateşli sevgiden başka hiçbir şey duymuyor, hiçbir şey düşünemiyordu. Bahçeye çıktı ve hıçkırıklara boğularak Prens Andrey’in dikmiş olduğu ıhlamur fidanları arasından göle doğru koştu.
Bahçeyi hızla geçip hıçkırıklarla kabaran göğsünü eliyle bastırırken “Evet… Ben… Ben… Onun ölümünü istedim. Hemen ölmesini istedim… Rahat etmek istiyordum… Peki ne olacaktım ben? O olmadıktan sonra rahatlık nedir ki?” diye mırıldanıyordu.
Yeniden eve dönmek üzere bahçedeki dolaşmasını bitirdiğinde karşıdan Matmazel Bourienne (Boguçorovo’da kalmış, ayrılmak istememişti.) ile tanımadığı bir erkeğin kendisine doğru geldiklerini gördü. Tanımadığı kimse, hemen yola çıkması gerektiğini Prenses Mariya’ya bildirmeye gelen bölge soyluları temsilcisiydi. Prenses onun söylediklerini dinledi ama anlamadı. Kendisini eve götürüp kahvaltı etmesini rica etti ve bir süre yanında kaldı. Daha sonra özür dileyip İhtiyar Prens’in odasının kapısına yaklaştı. Endişeli bir yüzle dışarı çıkan doktor, içeri giremeyeceğini söyledi:
“Gidiniz Prenses, gidiniz, gidiniz!” dedi.
Yeniden bahçeye çıkan Prenses, gölün kıyısındaki sırtta, kimsenin göremeyeceği bir yerde otların üzerinde oturdu. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu. Koşan bir kadının ayak sesleriyle kendine geldi. Kendisini aradığı belli olan oda hizmetçisi Dunyaşa, onu görünce korkmuş gibi durakladı. Sonra titreyen bir sesle mırıldandı:
“Lütfen geliniz Prenses, geliniz…”
“Geliyorum, geliyorum…” dedi Prenses, onun sözünü kesip eve doğru koşarken.
Giriş kapısında karşısına çıkan soylular temsilcisi “Tanrı’nın istediği oldu Prenses…” dedi. “Her şeye hazır olmalısınız.”
“Bırakın beni, doğru değil bu!” diye öfkeyle bağırdı Prenses.
Kendisini durdurmak isteyen doktoru iterek kapıya koştu.
Korku dolu yüzleriyle bu insanlar beni niçin durdurmak istiyorlar? Kimseye ihtiyacım yok! Ne yapıyorlar orada?
Kapıyı açtı. Daha önce yarı karanlık olan odayı dolduran aydınlık, yüreğine derin bir korku saldı. Bazı kadınlar ve dadı vardı odada. Karyolanın yanından çekilip yol verdiler. Babası hep aynı şekilde yatıyordu. Sakin yüzündeki sert ifade, Prenses’i kapının eşiğinde durdurdu.
“Hayır, ölmedi, olamaz bu!” dedi.
Duyduğu dehşeti yenip yaklaştı, dudaklarını onun yanaklarına değdirdi. Ama birden geri çekildi. Ve onda, babası için duyduğu bütün sevgi uçup gitti; önünde yatan bu şey karşısında derin bir korku duymaya başladı.
O yok artık! Artık yaşamıyor ve bulunduğu aynı yerde yabancı, uğursuz bir şey; korkunç, dehşet verici, tiksindirici bir sır var!
Yüzünü elleriyle kapayan Prenses Mariya, kendisini tutan doktorun kollarına yığıldı.
Tihon’un ve doktorun yanında kadınlar, Prens’in cenazesini yıkadılar; bir mendille sertleşince açık kalmasın diye ağzını, başka mendille de bir araya getirip açık kalmış bacaklarını bağladılar. Sonra göğsü nişanlarla dolu üniformasını giydirdiler, kurumuş ufacık cesedi masanın üzerine yatırdılar. Bütün bunları ne zaman ve kim yapmıştı bilinmez ama her şey kendiliğinden olup bitmişti sanki. Gece yarısına doğru tabutun çevresinde mumlar yakıldı, üstüne bir örtü kondu, yere ardıç serpildi, ölünün kurumuş kafasının altına basılı bir dua kondu; yüksek sesle Mezamir okuyan diyakos, bir köşeye yerleşti.
Ölü bir atın çevresinde toplanan, ürküp soluyan, huysuzlanan atlar gibi tanıdık tanımadık herkes tabutun çevresinde toplandı; soyluların temsilcisi, muhtar, köylü kadınlar, hepsi, korku dolu ve sabit gözlerle istavroz çıkardılar ve eğilerek İhtiyar Prens’in kaskatı soğuk elini öptüler.
IX
Prens Andrey’in yerleşmesinden önce Boguçorovo, terk edilmiş bir malikâneydi. Köylüleri de Lisi Gori köylülerinden çok farklı insanlardı. Konuşma, giyim ve töre bakımından onlardan ayrılıyorlardı. “Step adamları” derlerdi onlara. Hasada yardım etmek, gölcükler ya da hendekler kazmak için Lisi Gori’ye geldiklerinde İhtiyar Prens; işten yılmamaları bakımından onları över ama yabaniliklerinden ötürü sevmediğini de belirtirdi.
Prens Andrey’in Boguçorovo’da son kalışında gerçekleştirdiği yenilikler -hastaneler, okullar, vergi indirimleri- davranışlarında bir yumuşaklık yaratmamış; tam tersine, İhtiyar Prens’in yabanilik diye nitelediği yanlarını pekiştirmişti. Garip söylentiler dolaşırdı aralarında: Kimi zaman hepsinin kazak yapılacağı, yeni bir dine girecekleri, Çar’ın bazı bildiriler yayımladığı, Pavel Petroviç’e 1797’de edilen yeminden (köylünün daha o zaman azat edildiği ama toprak beylerinin bunu geri çevirdikleri), Piyotr Feodoroviç’in yedi yıla kalmadan tahta çıkacağı, o mezarından kalkınca tam bir özgürlüğün gerçekleşeceği, düzenin değişeceği söylenir dururdu. Savaş, Bonapart ve istila haberleri; onların zihinlerinde Deccal’a, dünyanın sonunun geldiğine ve tam özgürlüğe ilişkin düşüncelere karışırdı.
Boguçorovo’nun yakınlarında, Çar’a ve toprak sahiplerine aidat ödeyen köylülerin oturduğu büyük köyler vardı. Yakınlarda oturan toprak beylerinin sayısı pek fazla değildi. Bundan ötürü okuma yazma bilen ev hizmetkârları ya da köle sayısı da azdı ve çağdaşların nedenlerini ve anlamını pek kavrayamadıkları ama Rus sosyal hayatının temelini oluşturan esrarlı etkiler ve eğilimler burada çok daha açık ve yoğun olarak ortaya çıkıyordu. Yirmi yıl önce köylüler, sıcak olduğu söylenen bazı ırmaklara göç etmek istemişlerdi. Aralarında Boguçorovoluların da bulunduğu yüzlerce köylü, hayvanlarını satıp aileleriyle birlikte güneybatıya hareket etti. Okyanusun ötesindeki bilinmeyen bir yere uçan kuşlar gibi karıları ve çocukları ile birlikte bu adamlar, daha önce hiçbirinin ayak basmadığı güneybatıya yöneldiler. Kafileler hâlinde, tek tek fidyelerini vererek ya da kaçarak arabalarla ya da yaya, sıcak ırmaklara gidiyorlardı. Bunların çoğu cezalandırıldı, Sibirya’ya sürüldü, birçoğu yollarda açlıktan ve soğuktan