Savaş ve Barış II. Cilt. Лев Толстой
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Savaş ve Barış II. Cilt - Лев Толстой страница 39
Prenses ayın on beşinde gitmeye karar verdi. Yol hazırlıkları verilecek talimat -şimdi herkes ona başvuruyordu- bütün gününü alıyordu. Ayın on dördünü on beşine bağlayan geceyi, Prens’in yattığı odanın yanında, her zamanki gibi soyunmadan geçirdi. Birkaç defa uyandı; babasının sayıklamalarını, karyolasının gıcırtılarını, yatakta dönmesine yardım eden Tihon ile doktorun ayak seslerini duydu. Birkaç kere kapıya kulak verdi. Babası, bu gece, her zamankinden daha rahatsız gibi geliyordu Prenses’e. Uyuyamıyordu, birkaç kere kapıya yaklaşıp girmek istedi ama yapamadı. Gerçi konuşamıyordu ancak babasının, kendisine kaygıyla bakılmasından ne kadar hoşlanmadığını görüyordu ve biliyordu Prenses Mariya. Kimi zaman gözlerini fark etmeden babasına diktiği vakit onun, hoşnutsuzlukla hemen başka bir yere baktığı gözünden kaçmamıştı. Geceleyin, uygun olmayan bir saatte yanına gelmesinin, onu tedirgin edeceğini biliyordu.
Ama babası için hiçbir zaman bu kadar üzülmemiş, onu kaybetmek Prenses Mariya’ya hiçbir zaman bu kadar acı gelmemişti. Hayatının tümünü gözden geçiriyor, her kelimede, her harekette babasının kendisine duyduğu sevginin bir delilini buluyordu. Kimi zaman, bu anıların arasına şeytanın aldatmaları giriyordu; babasının ölümünden sonra ne olacağını, yeni ve özgür hayatını nasıl düzenleyeceğini düşünüyordu. Ama bu düşünceleri tiksinti duyarak kovuyordu kafasından. Sabaha doğru biraz yatıştı ve uyuyakaldı.
Sabah geç uyandı. Uyanma anına kimi zaman eşlik eden gerçek içtenlik, babasının hastalığında en çok ilgilendiği yanının ne olduğunu açıkça gösterdi ona. Kapının öte yanında olup bitenlere kulak kabarttı ve babasının iniltisini duyunca içini çekip değişen bir şey olmadığını düşündü.
“Peki ne olacaktı? Ne istiyorum ben? Ölmesini mi bekliyorum?” diye bağırdı kendisinden tiksinerek.
Elini yüzünü yıkadı, giyindi ve duasını okuyup perona çıktı. Eşyalarının yüklendiği araba, atlar koşulmamış olarak girişte duruyordu.
Sabah sıcak ve sisliydi. Manevi zayıflığının doğurduğu dehşet duygusundan kurtulamamıştı henüz, basamaklarda biraz durdu ve babasının yanına gitmeden önce düşüncelerine bir düzen vermeye çalıştı.
Doktor, merdivenden inip yanına geldi.
“Bugün biraz daha iyi…” dedi. “Sizi arıyordum. Söylediklerinden bir şeyler anlaşılır gibi. Zihni daha açık. Gelin, sizi çağırmıştı.”
Prenses Mariya’nın yüreği hızla çarpmaya başladı, yüzü sarardı ve düşmemek için duvara yaslandı. Ruhu; bütün bu dehşetli, şeytanca düşünceler ve aldanmalarla doluyken babasını görmek ve onunla konuşmak, Prenses Mariya için hem sevindirici hem de korkunç bir şeydi.
“Haydi, gidelim…” dedi doktor.
Prenses, babasının yanına girip karyolaya yaklaştı. Hasta sırtüstü yatırılmıştı, başı yüksekteydi; kemikli, mor, şişkin ve damarlı küçücük elleri yorganın üzerindeydi, sol gözü ileri bakıyordu, sağ gözü de yana kaymıştı; kaşlarında ve dudaklarında hiçbir hareket yoktu. İyice erimiş, küçülmüş, acınacak hâle gelmişti. Yüzü sanki büzülmüş, hatları incelmişti. Prenses Mariya daha da yaklaşıp babasının elini öptü. Sol eliyle, Prenses Mariya’nın elini sıktı; kızını çoktandır beklediği belli oluyordu. Biraz sonra elini sarsmaya başladı, kaşları ve dudakları öfkeyle kıpırdanır gibi oldu.
Prenses Mariya kendisinden ne istediğini anlamaya çalışıyor, korkuyla ona bakıyordu. Kımıldayarak sol gözü karşısındakini görecek duruma gelince Prens yatıştı. Bakışlarını birkaç saniye kızından ayırmadı. Sonra dudakları ve dili kımıldamaya başladı, sesler duyuldu, söylediklerini anlamayacak diye kızına korkuyla ve yalvarırcasına bakarak konuşmaya çalıştı.
Prenses Mariya tüm dikkatiyle bakıyordu ona. Dilini oynatmak için babasının harcadığı gülünç çaba, Prenses’in gözlerini yere indirmesine yol açtı; hıçkırıklarını tutmak için bütün gücünü seferber etti. Hasta, söylediklerini tekrarlayarak bir şeyler anlatmaya çalıştı. Prenses Mariya söyleneni anlayamıyor, bir anlam vermeye çalışıyor ve babasının sözlerini sorgu olarak tekrarlıyordu.
“Ru… ac… yor…” dedi hasta birkaç kere.
Sözleri anlamak imkânsızdı. Doktor anladığını sanarak “Prenses korkuyor mu?” dedi.
Hasta başıyla “hayır” der gibi bir işaret yaptı ve söylediklerini tekrarladı. Prenses Mariya ansızın kavradı:
“Ruhum acı çekiyor…” dedi.
Babası “evet” der gibi bir inilti çıkardı, kızının elini yakalayıp sanki onun gerçek yerini arıyormuş gibi göğsünün şurasında burasında dolaştırdı.
Sözlerinin anlaşıldığını gören hasta daha açık bir şekilde konuşmaya başlamıştı:
“Bütün düşüncem… Sensin… Sen… Sen…” dedi.
Hıçkırdığını ve ağladığını görmesin diye başını onun eline dayadı Prenses Mariya. Hasta, elini kızının saçlarında gezdiriyordu.
“Bütün gece sana seslendim…” dedi.
Prenses, gözyaşları arasından “Bilseydim…” dedi. “İçeri girmeye korkuyordum…”
Kızının elini sıktı.
“Uyumadın mı?”
Prenses başıyla “hayır” işareti yaptı.
“Hayır, uyumadım.”
Babasına uyarak elinde olmadan onun gibi konuşuyordu, işaretler yapıyor, sanki dilini zorla kımıldatıyor gibiydi.
Prens, “Canım!” ya da “Yavrum!” gibi bir şeyler söyledi.
Prenses Mariya söyleneni iyice anlayamadı. Ama babasının bakışlarından, bu sözlerin hiçbir zaman söylemediği tatlı ve yumuşak sözler olduğu belliydi.
“Niçin uyumadın?..”
Ben de onun ölümünü istiyordum… diye geçirdi içinden Prenses Mariya.
İhtiyar Prens, bir süre konuşmadı. Sonra yeniden başladı:
“Teşekkür ederim… Kızım benim… Yavrum… Bağışla beni… Teşekkür ederim…” dedi gözlerinden yaşlar akarak.
“Andryuşka’yı çağır…” diye ekledi birden.
Bunu söylerken çocuksu bir ürkeklik ve güvensizlik belirdi yüzünde. İsteğinin anlamsız olduğunu kendisi de biliyordu ya da Prenses Mariya’ya öyle gelmişti.
“Ondan mektup aldım…” diye cevap verdi Prenses.
Babası korkuyla bakıyordu.