Sefiller I. Cilt. Виктор Мари Гюго
Чтение книги онлайн.
Читать онлайн книгу Sefiller I. Cilt - Виктор Мари Гюго страница 22
Meyhaneci: “Ateşe doğru yaklaş. Tencerede yemek pişiyor. Gel ve kendini biraz ısıt, yoldaş.” dedi.
Jean Valjean ateşin yanına oturdu. Yorgunluktan perişan hâldeki ayaklarını ateşe doğru uzattı, tencereden etrafa yayılan mis gibi yemek kokusunu içine çekti. İyice aşağıya çekmiş olduğu şapkasının altında saklamaya çalıştığı yüzünden her şey okunabiliyordu; sefalet, yorgunluk ve açlıktan yaşadığı ızdırap, diğer dokunaklı tüm ifadelerine karşın bariz biçimde görünen gurur, üstüne üstlük oldukça sağlam bir yapıya sahip olmasına rağmen yaşadığı büyük bitkinlik… Yaşadığı tüm bu karmaşık duygular, adamın üzerinde garip bir tezatlık oluşturuyordu; mütevazılıkla başlayan görüntüsü büyük bir güçle sona eriyordu. Kirpiklerinin altındaki gözleri, çalıların altındaki bir ateş gibi parlıyordu.
Tam zavallı adam biraz ısınmaya başlamıştı ki masada oturan adamlardan biri dikkatlice onu süzmeye başladı. Chaffaut Sokağı’ndaki meyhaneye girmeden önce atını Labarre’in ahırına bağlayan balıkçılardan biriydi o. Tesadüfen o sabah Bras d’Asse arasında, yolda bu sefil ve pislik içindeki adamla karşılaşmış, neredeyse korkarak ondan uzaklaşmıştı. Adamın adını şu anda hatırlamıyorum. Sanırım Escoublon’du. Onunla karşılaştığında yorgunluktan bitap düşmüş olan yolcu, kendisiyle birlikte yürümesinde bir sıkıntı olup olmayacağını sormuştu; balıkçı ise ona karşılık vermek yerine adımlarını iki katı hızlandırarak tek kelime söylemeden yanından uzaklaşmıştı. Biraz önce handan sefil adamın kovulmasını izlemiş ve sonrasında etraftakilerin tüm konuşmalarını dinlemişti. Oturduğu yerden meyhaneciye belli belirsiz bir işaret yaptı. Doğruca onun yanına giden meyhaneciye, kısık sesle birkaç kelime söyledi. Jean Valjean ise bu sırada yine düşüncelere dalmış hâlde oturmaya devam ediyordu.
Meyhaneci şömineye doğru döndü ve birden elini adamın omuzuna koyarak: “Hemen buradan git.” dedi sertçe.
Yabancı ona doğru dönerek, nazikçe: “Ah! Siz de mi biliyorsunuz?” dedi son bir çabayla.
“Evet.”
“Handan da kovmuşlardı beni.”
“Ve buradan da kovuluyorsun.”
“Nereye gitmemi istersiniz?”
“Başka bir yere.”
Jean Valjean bastonunu ve çantasını alarak sessizce meyhaneden çıktı.
Dışarı çıktığı sırada, onu handan bu yana takip etmeyi sürdüren ve buradan da kovulacağından emin oldukları açıkça görünen çocuklar ona taş attı. O da öfkeyle sopasını sallayarak çocukları dağıttı.
Tekrar yürümeye başladı, bu sırada bir hapishanenin önünden geçti. Hapishanenin kapısında bir zile bağlı demir bir zincir asılıydı, bir anda aklına gelen fikirle kapıyı çaldı.
“Kapıcı efendi.” dedi, içeri girdiğinde kibarca şapkasını çıkararak. “Bu gecelik burada kalmama izin verebilir misiniz?”
Kapıcı sertçe yanıt verdi: “Hapishane bir han değil. Kendini tutuklatacak olursan burada kalabilirsin.” Sonra da hemen kapıyı yeniden kapattı.
Bahçeler arasında birçok küçük evin sıralandığı bir sokağa girdi. Bazıları sadece sokağa neşeli bir görünüm kazandıran çitlerle çevriliydi. Bu bahçelerin ve çitlerin ortasında, penceresinden ışık sızan tek katlı küçük bir ev gördü. Meyhanede olduğu gibi, camdan içeriye baktı. İçeride baskılı pamuklu kumaşlarla kaplı bir yatak, bir köşesinde bir beşik, birkaç tahta sandalye ve duvarda asılı çift namlulu bir silah bulunan beyaz badanalı büyük bir oda vardı. Odanın ortasında bir masa bulunuyordu. Bakır bir gaz lambası, kaba beyaz ketenden yapılmış masa örtüsünü, gümüş gibi parıldayan ve şarapla dolu kalaylı sürahiyi ve kahverengi, dumanı tüten çorba kâsesini aydınlatıyordu. Bu masada kırk yaşlarında, neşeli ve açık yüzlü, dizlerinin üzerinde küçük bir çocuğu sallayan adam oturuyordu. Hemen onların yakınlarında küçük bir bebeği emziren genç bir kadın vardı. İçeridekilerin hepsi gülümsüyordu.
Sefil yabancı, bu sıcacık ve sakinleştirici yuva karşısında bir an duraksadı. Bu manzaranın onun içinde ne yangınlar kopardığını ancak kendisi söyleyebilirdi. Bu neşeli evin büyük ihtimalle konuksever olacağını, bu kadar çok mutluluğun olduğu bir yuvada biraz olsun merhamet duygusunun da barınacağını düşündü.
Çekinerek de olsa cılız bir vuruşla camı tıklattı ama onu duymadılar. Bir sefer daha cama vurdu.
Bu sefer kadın sesi duymuştu çünkü onun kocasına, “Sanırım biri kapıyı çalıyor.” dediğini duydu.
“Hayır.” diye yanıtladı kocası.
Yabancı bir kez daha cama vurdu. Bu sefer kocası ayağa kalktı, lambayı eline aldı ve kapıya gitti.
Uzun boylu, yarı köylü yarı zanaatkâr gibi görünen bir adamdı. Önünde sol omuzuna kadar uzanan ve üzerinde çekiç, kırmızı bir mendil, bir barut kutusu ve ceplerinden her türlü nesnenin fırladığı, büyük deri bir önlük vardı. Başını geriye doğru atarak ilerledi, önü genişçe açılmış ve arkaya doğru kaymış gömleği, bembeyaz geniş boynunu ortaya çıkarmıştı. Kalın kirpikleri, gür simsiyah bıyıkları, çıkık gözleri ile geniş bir yüze sahipti; tüm bu özellikleriyle gerçek bir toprak adamı olduğu anlaşılıyordu.
“Özür dilerim, efendim.” dedi yabancı. “Parasını ödemek karşılığında bana bir tas çorba ve şu bahçedeki barakanın köşesinde uyuyacak bir yer verir misiniz? Lütfen, bunu yapabileceğinizi söyleyin. Parasını vereceğim.”
“Sen de kimsin?” diye sordu ev sahibi.
“Ben Puy-Moisson’dan yeni geldim. Bütün gün yürüdüm. On mil yol katettim. Lütfen, eğer parasını ödersem bana yardım eder misiniz?”
“Olabilir tabii.” dedi adam şaşkınlıkla. “Parasını ödeyeceksen neden olmasın. Ama neden hana gitmiyorsun ki?”
“Yer yokmuş.”
“Ah! Bu imkânsız. Bugün ne bir pazar ne de bir şenlik var. Labarre’ye gittin mi?”
“Evet.”
“Ne oldu peki?”
Yolcu utanarak cevap verdi:
“Bilmiyorum. Beni kabul etmediler.”
“Chaffaut Sokağı’ndaki meyhaneye gittin mi?”
Yabancı daha utanarak:
“Onlar da kabul etmediler.” diye kekeledi.
Adamın yüzünde bir şüphe ifadesi belirmişti, yabancıya tepeden tırnağa baktı ve birdenbire bir tür ürpertiyle haykırdı: “Sen o adam mısın?”
Yabancıya