Sefiller I. Cilt. Виктор Мари Гюго

Чтение книги онлайн.

Читать онлайн книгу Sefiller I. Cilt - Виктор Мари Гюго страница 30

Жанр:
Серия:
Издательство:
Sefiller I. Cilt - Виктор Мари Гюго

Скачать книгу

o zaman büyük bir suç işlemiş olmalıydı. En hassas teraziler bile işlemiş olduğu suç ile ödemiş olduğu kefaretin dengesini sağlayamazdı. Verilen bu ceza onun işlemiş olduğu suçtan aklanmasını sağlayabilir miydi ya da durumu tersine çevirerek suçluyu aklayıp bir anda ceza verenleri suçlu hâle getirebilir miydi? Suçlunun mağdura, borçlunun alacaklıya dönüşmesi, kanunun kesinlikle onu ihlal eden kişinin tarafına geçmesi; mümkün müydü?

      Kaçma girişimlerinin art arda ağırlaştırılmasıyla on dokuz yıla uzatılarak karmaşık hâle gelen bu ceza; güçlünün güçsüze duyduğu bir tür öfke, toplumun bireye karşı işlediği bir suç, her gün yeniden işlenen bir işkence, bir eziyet olarak sonuçlanmamış mıydı? Toplum en ufak suçlara böyle ağır cezalar vermek yerine kendisini yoklasa, yanlışlıklarını arasa, bazı suçları sevgi ve merhametle karşılasa daha hakseverce davranmış olmaz mıydı, diye sorguladı kendisini. Nasıl oluyordu da bir toplum, zavallı fakir bir adamı kusurları ve fazlalıkları arasında bu denli ezebiliyor, iş ve nafaka eksikliği nedeniyle neredeyse sonsuza kadar hapsedebiliyordu?

      Kaderin cilvesiyle dağıtılan adalette, en az donanıma sahip olan ve dolayısıyla dikkate en çok layık olan kişilerin tam olarak böyle davranmadığı bu toplum içerisinde en zavallı olan mahluklar, en sefil olanlardı.

      Uzunca bir süre kendi kendine sorduğu bu sorulara cevaplar vererek toplumu yargılamış ve kınamış, sonunda toplumu mahkûm etmişti. En büyük suçlu oydu.

      Çektiği tüm acılardan onu sorumlu tutuyordu ve kendi kendine sürekli olarak bir gün bunun hesabını sormaktan çekinmeyeceğine dair yeminler ediyordu. İşlemiş olduğu büyük suça rağmen sebep olduğu zarar ile kendisine verilen zarar arasında kesinlikle bir denge olmadığına inanıyordu. Her ne kadar suç işlemiş olsa da kendisine kesinlikle büyük adaletsizlik yapıldığı sonucuna varıyordu.

      Öfke bir taraftan aptalca, bir taraftan da saçma bir duyguydu; insanı haklıyken haksız bir duruma düşürebilirdi. Bunu ölçmenin de herkesin yapabileceği bir şey olmadığının farkındaydı. Ancak Jean Valjean, yine de öfkeyle çileden çıktığını hissedebiliyordu.

      Üstüne üstlük bu insan topluluğu bugüne kadar ona zarar vermekten başka bir şey yapmamıştı. Bugüne kadar karşısına çıkan insanlardan adalet kılıfı altında öfke ve nefret görmekten başka bir şey elde etmemişti. İnsanlar hayatı boyunca ona sadece onu yaralamak için dokunmuşlardı. Onların her teması, bir yumruk gibi tepesine inmişti.

      Bebekliğinden bu yana ne annesinden ne de ablasının yanında yaşadığı dönemde etrafındaki insanlardan bir dostane söz, nazik ve şefkatli tek bir bakış görmüştü. Tüm hayatı boyunca çekmiş olduğu acılardan dolayı yavaş yavaş hayatın bir savaş olduğu inancını benimsemiş ve nihayetinde bu savaşta fethedilenin kendisi olması kararına varmıştı. Elinde nefretinden başka silahı yoktu. Tüm mahkûmiyet hayatı boyunca o nefretini bilemeye ve çıktıktan sonra da onu her zaman yanında taşımaya karar verdi.

      Toulon’da hükümlüler için rahipler tarafından kurulan bir okul vardı. Keşişler tarafından bu okulda, cahil olmalarına rağmen okuma yazma öğrenmek isteyen mahkûmlara en gerekli bilgiler öğretilmekteydi. Jean Valjean da aklını kullanmaya ve kendisini eğitmeye karar verdi. Kırk yaşında okuma yazmayı ve hesap yapmayı öğrendi. Eğitimi geliştikçe, bilgisi arttıkça, nefretinin de daha fazla güçlendiğini hissediyordu. Öğrendiği her şeyi kötülük yolunda kullanacaktı. İşte bu, bilgi ve zekânın kötülüğe köle olmasının en büyük örneğiydi.

      Bunu söylemesi çok üzücü ama mutsuzluklara ve acılara sebep olan toplumu yargıladıktan sonra, onları mahkûm ettiğinde toplumu yaratan Tanrı’yı da yargılayarak kendisine göre kutsal adaleti de suçlayacaktı.

      Böylece, on dokuz yıllık işkence ve köleliğinin ardından, onun ruhu hem yükseldi hem de düştü. Tüm benliğine bir taraftan ışık girip yolunu aydınlatırken diğer taraftan karanlık, gözlerine çöktü. Aslında gördüğünüz üzere, Jean Valjean doğuştan kötü yürekli bir adam değildi. Sürgüne mahkûm edildiğinde bile hâlâ yüreğinde iyilik kırıntıları taşıyordu. Ancak o zindanlardan içeri girdikten sonra kötüleşmeye başladığını hissetti. İşte orada çirkin kaderinden; kendisini mahkûm eden yargıçları, toplumu, kiliseyi sorumlu tutmaya başladı. Bu noktada yanılgıya düştüğünde vicdanı ona yardımcı oluyordu.

      İnsan doğası böyle düştüğü zamanlarda gerçekten tamamen değişebilir miydi? Tanrı tarafından iyi yürekli yaratılan bir insan, başka insanlar tarafından kötü yapılabilir miydi? Toplumu suçladığı zamanlarda, kötü bir insan olmaya yöneldiğini hissediyor; kutsal adaleti reddederken de içinin boşaldığını duyabiliyordu. Ruhu, tüm bu olan bitenin üstesinden gelebilir miydi? Kaderi kötü olduğu zaman, o da kötüleşebilir miydi?

      Orantısız bir mutsuzluğun baskısı altında, çok alçak bir kubbenin altındaki kolon gibi kalp, şekilde bozulabilir miydi? Bu bozulma neticesinde düzeltilmesi mümkün olmayan büyük sakatlanmalar ya da hasarlar ortaya çıkabilir miydi? Her insanın ruhunda, özellikle Jean Valjean’ın ruhunda; bu dünyada bozulmayan, diğerinde ölümsüz olan, iyiliğin geliştirebileceği, harlanıp tutuşturabileceği ve ona dönüştürebileceği bir ilk kıvılcım, ilahi bir unsur yok muydu?

      Sonuna kadar her fizyoloğun muhtemelen “hayır” cevabını vereceği çok ciddi ve çetrefilli bir soruydu bu. Oldukça basit ve yalın bir adam olan Jean Valjean’ı, Toulon zindanlarında dinlenme saatlerinde görmüş olanların, pranga zincirlerini sürüye sürüye hem yürüyüp hem de düşüncelere dalışını izleyenlerin “Kesinlikle doğruluk yoktur.” dememesi imkânsızdı. İnsanı gazapla karşılayan, medeniyet tarafından mahkûm edilen ve cennete şiddetle bakan yasaların paryası, bu sefil adamın yıllarca zihninde çarpıştırdığı düşüncelerdi.

      Elbette -kesinlikle gerçeği gizlemek için bir girişimde bulunmuyoruz- onu inceleyen bir ruh bilimcinin bulacağı tek şey, yok edilmesi imkânsız bir sefaletten başka bir şey olmayacaktı. Muhtemelen yasaları koyan kanun yapıcılar bile bu sefil adamın düşmüş olduğu duruma acır ancak ona yardımcı olmak için parmağını bile kıpırdatmazdı. Bu bedbaht ruhun içerisinde gördüğü karanlık mağaralardan bakışlarını hemen başka bir yöne çevirir; cehennemin kapılarındaki Dante gibi yine de Tanrı’nın parmağının sahip olduğu ilahi adalet sözcüğünü, alnında yazılı olan bir damla umudu, bu varoluşun bedeni bir hamlede silerdi.

      Ruhunu tam anlamıyla çözümlemeye çalıştığımız Jean Valjean’ı biz, okuyanlara yeterince açıkça anlatabildik mi, bilemiyoruz. Acaba Jean Valjean, bütün bu yaşanmışlıkların ve oluşumlarının ardından, ahlaki sefaletini oluşturan tüm unsurları açıkça algılayabilmiş miydi? Oluşum sürecinde neler yaşadığını tüm gerçekliğiyle görebilmiş miydi? Bu kaba ve eğitimsiz adam, uzun yıllar boyunca ruhunun iç ufkunu oluşturan kasvetli yönlere kademeli olarak tırmandığı ve indiği fikirlerin ardışıklığının tamamen net bir algısını; bu ümitsiz, karanlık, manen çökmüş durumunu kendisine açıklayabiliyor muydu? İçinde olup bitenlerin ve orada işleyen her şeyin bilincinde miydi? Jean Valjean’da, yaşadığı onca talihsizlikten sonra bile orada hâlâ çok fazla belirsizliğin kalmasına engel olamayacak kadar büyük cehalet bulunuyordu. Bazen ne hissettiğini kendisi de tam olarak bilmiyordu. Jean Valjean önceleri kendisinden nefret ediyor olsa da artık tamamen gölgelerin arasında olduğundan, gölgeler yüzünden acı çektiğinden, kesinlikle onu takip eden bu karanlık gölgelerden nefret ediyordu. Kör bir adam ve bir hayalperest gibi el yordamıyla

Скачать книгу